Dr. Robert Schild
1978 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış olan Yiddiş dili yazarı ABD’li Isaac Bashevis Singer’in Türk yayın ortamında ancak 2003 yılında ciddi biçimde ele alınmasını, döneminin nitelikli gazetesi “Radikal”ın Kitap Eki’nde yukarıdaki başlıklı yazım ile kutlamıştım…
Aradan neredeyse 20 yıl geçti ve uzun bir süredir tükenmiş olan Yapı Kredi Yayınları’nın 750 sayfalık bu “tuğla” gibi kitabının içerdiği 47 öykü, yeniden aynı yayınevi tarafından, bu kez üç ayrı cilt olarak 2022’nin Türk kitap dünyasına sundu. “Niye üç?” diyecekseniz, bunun yanıtı bence apaçık ortadadır: Bugün böyle bir “tuğla”nın kâğıt/baskı maliyeti ile 100 TL’nin üstünde oluşacak fiyatını, pek kimse kolay kolay ödemez! İşte bu nedenle YKY, bu dev yapıtı daha uygun biçimde piyasaya sürmeyi yeğlemiş olacak.
Bana düşen ise, siz değerli okurlarımıza bu kitap(lar) hakkında kısa bilgiler içeren, 4 Nisan 2003’te yayımlanmış olan yazımı aşağıda sunmaktır…
*****
Singer, doğup büyüdüğü Polonya’da 1932 yılında başlattığı yazarlık serüvenini, 1935’te göç ettiği New York’ta, 1991 yılındaki ölümüne dek, hep Yidiş dilinde sürdürdü. Bir söylenceye göre, kendisi bile, kaç yapıt yayımladığını anımsamıyordu; yayıncıları, bunların on iki öykü kitabı, yirmiye varan roman, üç anı kitabı ve on üç çocuk romanı olduğunu belirtiyorlar! Öyküleri, American Poetry Review, Commentary, Partisan Review gibi ABD’nin en saygın edebiyat dergileri yanısıra, büyük okuyucu kitlelerine yönelen The New Yorker ve Playboy’da yayımlanırken, romanlarının hemen tümü, 1935 yılından ölümüne dek sürekli olarak katkıda bulunduğu Jewish Daily Forward gazetesinde tefrika biçiminde ilgi ile izleniyordu. Yapıtları, yazıldıktan hemen sonra, aralarında Saul Bellow gibi dünya çapındaki edebiyatçılar tarafınca İngilizceye çevriliyor ve ardından tüm dünya dillerinde milyonları bulan okuyucularına ulaşıyordu.
Sınır tanımayan düşgücünü son yıllarına dek koruyabilmiş olan Singer, öykülerinde kimlerden söz ediyor? Çocukluğunu geçirdiği soykırım öncesi Polonyasının küçük köylerinde yaşamış olan “Budala Gimpel” ile “Küçük Kunduracılar” gibi basit insanlar ile onları etkilemeye çalışan “Krakovlu Beyefendi”leri anlatıyor; ilkgençliğinde ailesiyle yaşadığı Varşova’nın “Çarşı Caddesinin Spinoza”sını veya soluklandığı entel café’lerinde rastladığı “Kafka’nın Bir Arkadaşı”nı konu ediniyor; öte yandan, New York’a yerleşmesinin ardından, onyıllar boyunca vejetaryen yemeklerini yediği, Yahudi mahallelerindeki “Kafeterya”larında rastladığı bir “Doğu Broadway Kabalacısı” yanısıra, dindaşlarının çoğunlukla oturduğu Brooklyn’in alçak gönüllü bir sahil şeridi olan “Coney Island’da Bir Gün”ü anlatıyor...
Singer’in dili yalın, tarifleri renkli, bol diyaloglarla süslenmiş anlatımı sürükleyici ve öyküleri, bir solukta okunabilecek (kısalıkta!) uzunluktadır. Çizdiği kırsal portreler, o dönemin (komşu ülke olan Ukranya) Yahudi yaşamını ölümsüzleştirmiş Marc Chagall’ın çizgilerini andırıyor, adeta: “Köy öyle küçüktür ki, içinden geçen bir arabanın arka tekerlekleri giriş kapısındayken at, pazar meydanına ulaşmıştır bile. Tişewitz’te Sukot’tan Teşa-Beav’a kadar çamur kalkmaz... Tavuklar sokak ortasında kuluçkaya yatar. Kuşlar kadınların bonelerine yuva yapar. Terziler sinagogunda cemaatin onda birini teke oluşturur...”(Son İblis). Singer’in bu evreni, Nazi kıyımı sonucu yok olmaktan hemen hemen kurtulamamış, etnologların “Yiddishkayt” (= Doğu Avrupa Yahudiliği) olarak tanımladıkları, Stefan Zweig’ın “Dünün Dünyası”nın daha yalın, basit insanları kapsayan bir örneğidir – yazarın her öyküsü ile, yitirilmiş bir kültürün müzesinde dolaşıyor gibiyiz! Singer’in kendisi de bu olgunun bilincindeydi, kuşkusuz – yazdıklarına çoğu kez özyaşamöyküsel öğeler katarken, New York’da geçen “Hayran” başlıklı öyküsünde, kendisini ziyaret eden bir okurunun, kitaplarında onun kendisini “bulmasına” yardımcı olduğunu belirtiyor ve ona düşlerinde, ailesinin geldiği “Hareketli kasabalar görüyorum. Yidiş konuşulduğunu duyuyorum; bu lisanı bilmediğim halde rüyamda bütün konuşulanları anlıyorum...” dediğini aktarıyor!
Geçmişi canlandıran bu tür gerçek olabilecek öykülerin yanında, Singer’in sık sık doğaüstü ortamlara da daldığını görüyoruz. Yahudiliğin gizemli dünyasında da yer alan kötü ruhlar ve (“Taibele ve İblisi” ile “Son İblis” gibi öykülerde yarattığı) iblisler küçük kasaba ve köy halkını etkilemeye çalışırken, nice toplumsal olaylara yol açıyorlar – “Görünmez” öyküsünde olduğu gibi, şeytan’ın Frampol kasabasında yaşamakta olan evli bir çiftin arasına girmesi türünden...
Öte yandan, diğer bazı “kötü ruhlar”, öykü kahramanlarına ancak dolaylı olarak hükmediyorlar. Örneğin, Singer’in belki de en tanınmış öyküsü olarak bilinen ve kitabın en başında yer alan, 1945’te yazılmış “Budala Gimpel”de, köy halkı tarafınca sürekli olarak aşağılanan fırıncı kalfası Gimpel, bir gün danıştığı hahamdan şu öğütü almıştı: “Bir saat kötü olmaktansa, ömür boyu budala olmak daha iyidir.” Kendine telkin ettiği “...dövüşmekten hoşlanmam... Sineye çek. Bu yüzden de hep beni tiye alırlar” felsefesiyle, düş kırıklığı ve acı duymamak uğruna, tüm bu sataşmalara tepkisiz kalmayı yeğlerken, salt Tanrı inancıyla gününü gün eder ve tüm başına gelenleri, bu arada eşinin, kendisinden olmayan altı çocuk doğurmasını bile, kabullenir. – Acaba Gimpel, yüzyıllar boyunca aşağılanıp, gene de inançlarını yitirmeksizin isyan etmeyen ve yaratıcısı Singer’in de doğup büyüdüğü Orta Avrupa’da katledilen milyonlarca Yahudinin bir simgesi midir?!
Singer’in gerek romanlarında gerekse öykülerinde sık sık işlediği diğer bir öğe, tutkulardır. Bunlar, kişilere yönelik (anılarında okunduğu kadarıyla gençliğinde sık sık yaşadığı kadar, anlatılarında da görülen) cinselliğe bağlı olabileceği gibi, dine de yönelik olanlardır. “Tutkular” başlıklı öyküde, binlerce kibritten yaptığı Kutsal Tapınak maketinin kasaba itfayecileri tarafınca yıkılmasının ardından melankoliye kapılan Leib Peres’in, yürüyerek Polonya’dan Filistin’e gidip beş yıl sonra dönmesi veya yoksul terzi Yonatan’ın, kasabanın tefecisi ile bahse girmesinin ardından bir yıl boyunca işi-gücü bırakıp tüm dini tefsirleri öğrenmeye koyulması türünde, dini saplantılara tanık oluyoruz!
Gençliğinde çevirilerini yaptığı Thomas Mann yanısıra, Tolstoy’un büyük aile romanlarından etkilenerek kaleme aldığı “The Family Moskat” (1950), “The Manor” (1967) ve “The Estate” (1969) gibi başyapıtlarının yanında, öykülerinde daha çok Guy de Maupassant ve Anton Chehov gibi yazarlardan esinlendiğini gizlemeyen Singer, yazın felsefesini, Nobel Ödülü kabul konuşmasında şöyle özetlemişti: “Çağımızın öykücüsü ve şairi, insanoğlunun gönlünü eğlendirmelidir; toplumsal veya siyasi iletiler sunmaktan ziyade... Okurunu başka dünyalara taşımayıp, sürükleyemeyen bir edebiyatı kabullenemiyorum. Öte yandan, günümüzün saygın yazarları, içinde bulundukları çağın sorunlarını da gözardı edemeyeceklerdir...” Bu bağlamda, Singer’in, soykırımdan kurtulan dindaşlarının bocalamalarına değinen “Enemies” (1972) ve ölümünden sonra yayımlanan, ABD’ye göç etmiş olan Orta Avrupa Yahudilerinin yaşamını konu edinen “Shadows on the Hudson” (1998) romanları, içerik ve yaklaşımlarıyla çok daha değişik irdelemeler sunmakta.
Yüzü aşkın öykülerinden Singer’in 1982’de bizzat kendi seçtiği bu elliye yakın örneğini, Aslı Biçen’in özverili çevirisiyle yayımlayan Yapı Kredi Yayınları, Türk okurlarına bu dev yazarın gizemli dünyasına 20 yıl sonra yeniden çok yerinde bir “anımsatma” sağlıyor.
*****
Isaac Bashevis Singer’in toplu öyküleri
1- Son İblis; 232 sayfa
2- Bir Dans, Bir Sıçrayış; 240 sayfa
3- Ay ve Delilik; 240 sayfa
İngilizceden çeviren: Aslı Biçen;
Yapı Kredi Yayınları, 2022
***
Bir sonraki yazı: 27 Temmuz 2022
Comments