top of page

Umudun Yasını Tutmak da Varmış











6 Şubat sabahından beri şok üzerine şok yaşıyoruz. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz, içimizden geçen duygu ve düşüncelerimiz sindirecek gibi değil. Meşhur “sözün bittiği yer” lafının bile kâfi gelmediği bir yerdeyiz. Çünkü, enkazın altından canlı, yaralı, ölü çıktıkça, içimizden öfke, isyan, korku, akla gelecek tüm karanlık duygular çıkıyor. Neresinden başlasam ki, bendeki karmaşık duyguları anlatmaya? Dün bir arkadaşımla konuşurken, “umudunun yasını tutuyorsun” dedi. Hakikatten de doğru dedi! Hani bir sevdiğini kaybedersin, yakınların “zaman her şeyin ilacı, kendini işine ver, bu da geçer” tesellisiyle yasını hafifletmeye çalışırlar; ama nafile, içinde tüten üzüntü alevi dinmek bilmez; kabul etmekten ve sessizce yasını tutmaktan başka seçeneğinin olmadığını bilirsin, ve onu yaparsın… Şu fani dünyada bir gün hepimizin öleceğini bildiğimiz için kaybımızı bir ölçüde kabulleniyoruz. Ama depremle birlikte umutlarımızı yitirmenin yası nasıl tutulur ki? Umut dediğin ölmez; azalır, yeri gelir tükenir sonra yeniden canlanır. Her kimle konuştuysam, yazılan çizileni okuduysam, işittiğim duygu aynı… Umudun kaybı, kaybın kederi, ve kederin çaresizliği...


Umut kaybı nedir bilir misiniz? Bir şey için çalışır didinir, öyle dener böyle yapar, bir şekilde oldurmaya çalışırsınız. Hiçbir uğraşınız işe yaramaz ve sonunda vazgeçme noktasına gelirsiniz. İlişkilerinizde, işinizde veya hayatınızın herhangi bir alanında, emekleriniz işe yaramıyorsa ne yaparsınız, mücadeleyi bırakır terk edersiniz. Depremle birlikte umut bağladığımız her şey ama her şey yerle bir oldu. Evet, bu zamana kadar türlü memleket meselelerine üzüldük, kaygılandık. Ama depremle beraber tanık olduklarımızın hiçbirini tahmin bile etmedik. İşte umudumun öldüğü an o andır!


Yani, hangi birini sayayım? Düşündükçe içim yanıyor! Kaçırılan çocukları mı, enkaz altında canlı varken ekskavatörlerle enkaza yürüyenleri mi, kurtarma ekiplerinin göz göre göre bekletilmelerini mi, TSK ve Kızılay’ın göreve gönderilmesinin hemen ardından geri çağrılmasını mı, gençlerin sağlığını hiçe sayarak üniversitelerin yüz yüze eğitime kapatılmasını mı, yurtdışından gelen binlerce kurtarma ve sağlık ekiplerinin adeta “kovulmayı” andıran gönderilişini mi, “şeytan ruhlu” ve hastalıklı insanımsıların saçtığı bilgi kirliliğini ayıklamak zorunda kalışımızı ve enkaz altından kurtarılmayı bekleyenlerin bilgilerini teyit etmekle kaybedilen zamanı mı, ulaştırılan yardımların üzerinden siyaset yapılmasını mı, yardım tırlarının yolu kesilerek erzaka el konulmasını mı, enkaz altından altın, para, ve kredi kartlarının çalınmasını mı, dükkan ve marketlerin yağmalanmasını mı, kadınlara ve çocuklara yönelik tacizleri mi, afet yönetiminde baştan sona büyük koordinasyon zafiyeti ve yaşam ihlaline girecek eylemleri mi, deprem bölgesinde “sağlam” olmayan binalara verilen onayları ve imar barışını mı, bölgede ihtiyaç duyulan güvenliği ve halen süregelen organizasyonsuzluğu mu… Bir çırpıda aklıma gelenler bunlar. Daha vardır elbet.* Sayarken bile içim fazlasıyla yanıyor, bir de unuttuklarımı hatırlamaya gücüm yok!


Tüm olanların şokuna uyum sağlamaya uğraşırken, babamla bir yürüyüşümüz sırasında “aidiyet” hissi üzerine konuşmaya başladık. Daha doğrusu babama sorular sorup ondaki aidiyet duygusuyla kendimdekini karşılaştırarak kendimi anlamaya çalışıyordum. Yurt dışında yaşasak da bir ayağımız daima Türkiye’de olmuştur. Salt fiziksel anlamda değil, aile, sosyal, kültürel ve ekonomik bağlarımıza kadar, daima Türkiye’ye bağlıyız ve bağlılığımız olmuştur. En ufak sarsıntı olduğunda -sosyal, siyasi veya ekonomik, sanki İstanbul’daki evimizdeymişiz gibi kalbimiz kaygıyla çarpar. Evlerimizde Türk haber kanalları açıktır, gündemi 7/24 takip ederiz ve Türk diasporasını andıran sosyal çevre içinde yaşarız. İşte bu bağlılık duygumdan dolayı yıllardır Türk gençlerine uzaktan mentörlük yapıyorum, gönüllü çalışmalara katılıyorum, onların gelişimi ve güçlenmesi için emek veriyorum. Yani, bağlılık anlamında köklerimize bağlıyız, ama, bağlılığın yanında bir de aidiyet meselesi var ki orada işlerin karıştığını söylemeliyim.


Babamla sohbet ederken “aidiyet” kavramını ona tanımlamaya çalışırken şunun farkına vardım: bir topluma veya ülkeye ait hissetmek için illa o ülkede yaşamak gerekmiyor, illa dilini konuşmak ve kültürünü sürdürmek de yetmiyor. Anladım ki, aidiyet duygusu kendini o ulusun bir parçası olarak görmekten, insanlarının yaşantılarıyla, eylemleriyle, düşünceleriyle kendini özdeşleştirmekten ve kendini onlarla eşit ve bir olarak algılamaktan ibaret. Ne yalan söyleyeyim, ciddi bir aidiyet karmaşası yaşıyorum. Bir zamanlar ait hissettiğim laik, batılı, bilimi esas alan, kadın ve çocukları değerli gören, kültürel ve etnik zenginlikleriyle yaşayan Türkiye Cumhuriyetimizi özlüyorum. Kadına şiddetin ve çocuk tacizlerinin kol gezdiği, bilim ile inancı birlikte yaşatmak yerine ayrı tutan anlayışın hâkim olduğu, ve eğitimden çok para, güç ve betona prim veren bir toplum olduk. Daha dün ABD’li bilim insanları Microsoft’un Yapay Zekâ Chatbot Sydney’in bir yandan müthiş diğer yandan kaygı verici yetilerini irdeliyorken**, bizler depremzede çocukların sahiplenmesi meselesine çare arıyor, ama “evlat edinen ile evlatlık arasında evlenme engeli olmaz” söylemlerinin ve onları “öz evlat gibi görmeyin, davranmayın” gibi hastalıklı alt mesajlarının yaratacağı sosyal ve psikolojik tahribatlarıyla uğraşıyoruz. Sormak isterim size, çağın gerisinde kalmış ve bilimden uzak böylesi bir zihniyete nasıl ait hissedebilirim ki?


İşte, umudumun son nefesini verdiği andır, deprem sabahı ve sonrasında tanık olduklarımız! Maalesef, bir kısım Türk insanının kötü ruhlu eylemleriyle yapılandırdığı Türkiye Cumhuriyeti’ne ait hissetmiyorum. Bu zihniyetin parçası ve uzantısı olmayı reddediyorum. Tüm olanları gördükçe sadece umudumu değil, aklımı ve inancımı yitiriyorum. İsyan, öfke, üzüntü ve çaresizlik duygularıyla aydın laik ve batılı zihniyetini koruma mücadelesine, istesem de, devam edemiyorum. Gücüm kalmadı! Çünkü şu anda kaybettiğim umudun yasını tutuyorum. Yaşamakta olduğumuz felaketler deprem denilen doğal afetten ibarettir ve kaçınılmazdır; ama başımıza gelen bu trajedi bilimsel esaslardan uzaklaşmamızdan, içimize işlemiş kaderci zihniyetten, ve giderek yoksulluk ile cehalet ile karşı karşıya kalmış olmamızdan geldi. Bundandır ki kısmete bağlamış bir düşünceyle, “umudumun yasını tutmak da varmış” diyorum!


Buraya kadar mı? Hayır! Ölenin ardından yas tutup sonrasında “hayat devam ediyor” ile yaşama tutunmak gibi, umudumun tutunduğu dallar da var elbet. Tüm bu kaosun içinden müthiş bir yardımlaşma, koordinasyon, iş birliği, insan sevgisi, itimat ve dayanışma, ve kardeşlik ruhu doğdu. Her bir koldan yardımlar yağdı. Hala yağıyor. Yurdun her bir köşesinden canım Cumhuriyet insanımız yürekten yüreğe bağlandı. İşte benim ait hissettiğim, parçası olmak istediğim, kendimle özdeşleştirdiğim ve özlemini çektiğim birlik ruhu bu.


Bundan sonra ne olacak? Yol uzun. Yapılacak daha çok iş var. Yardım, destek ve ihtiyaç devam edecek. Bundan sonraki aşama Cumhuriyetimizin yeniden Ata'mızın bize bıraktığı bir Türkiye'yi yeniden yapılandırmaktan geçiyor. Bu da bir zihniyet devrinin kapanması ve yenisinin açılmasıyla olacak. Bu bir siyasi rejim değişikliğini değil, yaşam anlayışını içeriyor; bilime yönelen adil, şeffaf, etik, insana ve liyakate değer veren, dürüst, liberal, kapsayıcı, eşitlikçi, ben’ci değil biz’ci zihniyeti içeriyor.


Umudumun yasını tutarken, “can çıkar umut çıkmaz” diyorum. Benim umut kapım gençlerimiz. Olacaksa tüm bunlar onlar sayesinde olacak.


Barcelona’da sevgiler.

19 Şubat 2023


*Depremden önce, ilk 48 saati ve sonrasında kriz yönetiminde yapılanlar:

- 294 bin bina, AKP’nin 9 kez çıkardığı imar aflarıyla, yasallaştırıldı.

- 2003-2022 arasında, kur-enflasyon farkı hesaba katılarak, 685 milyar liraya ulaşan deprem vergisi duble yollara havalimanlarına harcandı.

- Temmuz 2018 itibaren TBMM’ye sunulan 75 deprem önergesinden sadece 5’i kabul edildi. 75 önergeden sadece 1’i AKP milletvekiline aitken, diğer önergeler muhalefet partileri tarafından sunuldu.

- AFAD zayıflatıldı ve etkisizleştirildi. AFAD’ın depremlerden etkilenen 10 il için hazırladığı raporda, olası depreme müdahale için yeterli kaynak, plan, ve koordinasyonun olmadığı yönündeki raporlar hükümet tarafından dikkate alınmadı.

- Acil müdahale talimat beklediği için geç başladı. Merkezileşmiş karar alma mekaznizması ilk müdahale talimatını geciktirdi; yerel yönetimler ve sivil toplumun müdahalesi ilk 48 saat boyunca bürokratik engellere takıldı.

- Acil müdahale kapasitesine sahip ordu mobilize edilmedi. İlk 48 saatte askerin arama-kurtarma çalışmalarına katılması talimatı verilmedi, asayiş sorunlarına müdahalede geç kalındı, bölgede asayiş problemleri yarattı. (1999 depremlerinde ilk 12 saatte 35 binden fazla ordu personeli görev başındaydı).

- İletişim altyapısı çöktü, internet ve telefon hatları kesildi, Türksat’ın uydu kapasitesi yeterli olduğu söylenerek Starlink’in Türkiye için hizmet vermesi teklifi reddedildi.

- Afetin 3ncü gününde Twitter’a erişim kısıtlandı, enkaz altından kurtarma ve şehirlerden yardım çağrılarının yapıldığı portala erişim kısıtlandı.

- Ulaşım altyapısı çöktü. Mimar ve mühendis odalarından, Hava Kuvvertleri’nden yapılan uyarılara rağmen inşa edilen Hatay Havalimanı ve bazı karayolları kullanılamaz hale geldi. Arama-kurtarma ekipleri, gönüllüler ve yardım tırları bölgeye ulaşmakta zorlandı.

- Hükümet, sivil toplumdan destek istemek yerine “krizin kontrol altında olduğu” söylemini benimsedi ve kriz yönetimine dair eleştiriler ve acil müdahale çağrılarına karşı tehdit iletişim dili benimsendi.

- Arama-kurtarma çalışmaları yetersiz kaldı. İş makinelerinin ve araç-gereçlerin yetersizliğinden kurtarılmayı bekleyen binlerce insana müdahale edilemedi.

- Bölgeye gönderilen yardımlar koordine edilemedi. Yardım tırları bölgeye ulaşmada zorluk yaşadı, kent merkezlerinde toplanan yardımlar ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmadı.

- Siyasi kutuplaşma milli birliğin önüne geçti. Vatandaşlar tarafından yapılan ayni ve nakdi yardımları deprem bölgesine ulaştıran ve burada organize eden sivil toplum kuruluşları arasında siyasi ayrım yapıldı. Başta AHBAP olmak üzere, bazı kurumlar iktidar tarafından hedef gösterildi.

- Afet ne yazık ki hala yönetilmiyor. Çadır ve konteyner ihtiyacı tam karşılanmadı. Çadır kentlerde büyük hijyen ve güvenlik problemleri yaşanıyor. Barınma, ısınma, ila gibi temel sorunlar devam ediyor.




**Bing’s A.I. Chat: ‘I Want to Be Alive.






Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page