2022 yılında ne yazık ki birçok acı olayın anımsandığı sekseninci yıldönümlerini yaşıyoruz... Bu bağlamda size geçtiğimiz ay “Yahudi sorununun nihai çözümü”nün Nazilerce masaya yatırıldığı Berlin Wannsee konferansından söz etmiştim.
Son Berlin seyahatimizde, Almanya’nın eski İstanbul Başkonsolosu, şimdi emekli olan dostumuz, eşimle beni o uğursuz mekâna götürmüştü. Göl kenarındaki bu villada bugün bir müze ve özellikle Şoa konusunda yazılmış yüzlerce kitabın bulunduğu küçük bir halk kütüphanesi de yer alıyor – Almanya’nın gıpta edilecek “kötüyü anımsama” tutumunun bir diğer ürünü olarak...
Şu anda okuduğunuz yazımızın yayımlandığı günden 80 yıl önce, 22 Şubat 1942’de Avusturyalı/Yahudi yazar Stefan Zweig ile eşi Lotte, sürgünde yaşadıkları Brezilya’nın Petropolis kentinde yaşamlarına son vermişlerdi. Her bakımdan mutlu sayılabilecek, dünya çapında yüzbinlerce okuru olan, varlıklı, sağlıklı, yakışıklı bir entelektüel olan Zweig acaba neden intihar etmişti, genç ve güzel eşiyle birlikte? Zweig’ı bilenler için bu sorunun yanıtı apaçıktı(r): Kaleme aldığı nice kapsamlı biyografiler arasında, Rotterdam’lı düşünür Desiderius Erasmus’u da irdelemiş olan bu hümanist yazar, aşığı olduğu Avrupa kıtasının günün birinde tek bir bayrak altında birleşeceğini düşlerken, Nazi terörünün altında ezilmesine dayanamamıştı da ondan! Nasıl yazmıştı veda mektubunda? “...gücüm yıllar süren yurtsuz yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle yaşamımı doğru zamanda ve dimdik ayaktayken sonlandırmamın daha iyi olacağına inanıyorum (...). Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tan ağartısını görmek nasip olsun! Ben ise, yılmayan sabırsızlığımla önden gidiyorum.” İşte bu ikilemi anıyor ve tartışıyor günümüzün edebiyat ve siyaset araştırmacıları...
Zweig çiftinin ölü bulunmasından bir gün sonra, 24 Şubat 1942 sabahında Trakya açıklarındaki Karadeniz, 791 kişiye mezar olacaktı! Romanya’dan Filistin’e ulaşmak isteyen yüzlerce Yahudi göçmeninin tıka basa doldurulduğu, İstanbul limanında motoru arızalanan Struma gemisinin talihsiz macerasını burada aktarmama gerek yok sanırım – onu nice gazete yazılarından ve bazı popüler romanlardan biliyorsunuzdur...
Peki, “temcit pilavı” gibi yinelenen bu yazılar ve birkaç anlatıdan başka, nasıl anılıyor bu ölüler Türkiye’nin ısrarla katılmak istediği IHRA (International Holocaust Remembrance Alliance = Uluslararası Holokost Anma Birliği)’nin yerel kuruluşu, birkaç yıldır 24 Şubat tarihinde Sarayburnu sahilinde Türk Yahudi Toplumu’nun düzenlediği toplantıya katılıyor... Pek bir katkısı olmuyor gerçi – daha çok orada görevlendirilmiş bulunan bazı üst düzey bürokrat veya siyasetçilerinin konuşmalarını dinliyor ve Türkiye Hahambaşısı ile hazır bulunan 1-2 hahamın duaları eşliğinde denize çelenklerin atılmasına tanık oluyor; ardından da çoğu zaman soğuk hava altında yapılan bu tören fazla sürmeden son buluyor.
Oysa yıllardır yazılan, konuşulan ve naçiz kulisleri yapılan, hatırı sayılır bir Alman grubunun desteği olası görünen bir tasarı vardı: Gene aynı yerde, bu talihsiz geminin haftalar boyunca demirli olarak yattığı sahil şeridinin herhangi bir yerinde yapılması düşlenen, Alman/İngiliz/Romen/Türk girişim imeceli bir anıt projesiydi bu... Ne var ki, böyle bir anıt için uygun bir yerin bir türlü tahsis edilemediği anlaşılıyordu!
2022 yılında Avrupa’nın o karanlık dönemiyle ilgili birçok acı olayın sekseninci yıldönümünü anımsayabiliriz. Münih’li Scholl kardeşleri ve arkadaşlarının oluşturdukları “Beyaz Gül” direniş örgütünün Haziran 1942’de kuruluşu gibi. Veya, aynı yılın 22 Temmuz’unda resmen başlatılan Varşova Gettosu’nun “boşaltılması” – yani, sakinlerinin doğudaki ölüm kamplarına sevk edilmeleri... Diğer yandan, Alman ordularının Rusya cephesindeki yenilgilerini –ve dolayısyla uzun vadede Nazi döneminin çöküşünü - başlatan, Kızıl Ordu’nun Stalingrad dolaylarındaki 19 Kasım tarihli “Uranüs Harekâtı” olarak bilinen taaruzu da önemli bir dönüm noktasıydı.
Çok kayıp vermiş olan acı olaylardı her biri bunların – ve gerektiği gibi anılmaya değer tümü...
***
Hamiş: Geçtiğimiz Pazar gecesi bu satırları yazarken, BBC radyosundan dinlediğim haberler beni çarptı! O ana kadar Putin’in ordu hareketlerini büyük bir “blöf” olarak görmeme karşın, şimdi ortaya döktüğü yeni (?) Ukrayna siyasetiyle bu tartışmalı liderin Adolf Hitler’i nasıl da andırdığını tam anlamıyla algıladım... Bundan halen kuşku duyanlar, Britanya, Fransa ve Almanya arasında yapılan ve Çekoslovakya'nın Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesini öngören 29 Eylül 1938 tarihli Münih Konferansı’nı ve Nazi ordularının bir yıl geçmeden orayı nasıl ilhak ettiklerini anımsasın!
Comments