Tutku, manevi aşkınlık (transcendence; öteye geçmek, bilincin aşılması) ve görünüşte fiziksel olan mitzvahlar nasıl aynı bağlamda bir arada olabilir? İnsan bir dağın zirvesinde Tanrı ile saatlerce konuşup derin ruhsal tecrübeler yaşayabilirken, neden netila sırasında sağ elini mi yoksa sol elini mi önce yıkadığını düşünmek durumundadır? Bu ritüalizm, insanın manevi aşkınlık ihtiyacını nasıl etkiler?
Zorluklarla elde edilmiş bir başarının ardından gelen boşluk hissini birçoğumuz tecrübe etmişizdir. Tam o anlarda, bedenin ruhu sınırladığını ve ruhun bu dünyadan daha yüksek dünyalara ulaşma isteğinin göz ardı edildiğini fark ederiz. Bu semptomların başlıca sebebi, o dönemde ruha daha az yatırım yapılması ve fiziksel amaçların ruhun amaçlarının önüne geçmesidir. Sonuçta, dünyevi bir başarı için, uzun süreler dünyevi işlerle meşgul olmuş ve bu başarıyı sadece kısa bir mutlulukla taçlandırmışızdır. Ne var ki, insan Tanrı’nın onun burnuna “hayat ruhu” üflemesiyle “yaşayan bir varlık” haline gelmiştir (Bereşit, 2:7). Yani, insanın canlı bir varlık olarak var olabilmesinin temel şartı, içindeki bu ilahi unsur, manevi doğasıdır. Bu nedenledir ki, gerçek mutluluk ve tatmin, içimizdeki ruhsal gereksinimlere ve manevi değerlere öncelik verdiğimizde elde edilebilir.
Ruh sağlığının dengesizliğinin bu ilk belirtileri, varoluş sıkıntısını açıklamada da önemli bir rol oynar. İnsan tam bu boşluk anlarında, kaçmak istediği ve fazlasıyla idealize ettiği dağ tepesini yeniden hatırlar. Kendini, fiziksellik-ruhaniyet skalasının bir ucunda olan Buddhist keşiş olma hayalleri içinde bulur. Ben böyle durumlarda genelde bir elimde kitabım, diğer elimde fırçam ile bohem ressam hayallerimi düşünürüm 😊. Bu ruhun kaçma ve yükselme (kendini aşma) ihtiyacı, Yahudi felsefesinde de yerini bulmuş ve Hasidik düşüncede 'Ratzo' yani 'özlemek/koşmak/yükselmek' olarak karşımıza çıkmıştır.
Ratzo, bedensel olandan kaçıp maneviyata kapılma fikirlerini temsil eder. Dua etmek, yani fiziksel sınırları aşarak Sonsuz olan ile bağ kurmak, Ratzo modunun temel yansımalarından biridir. Duada ruh serbest kalır ve yoğun bir günün sonunda insan kendini aşarak, ruhuna ihtiyacı olan ilgiyi geri verir. Ne var ki insan yukarılara çıkabilse de, o modda kalması mümkün değildir. İnsanın ruhu hala beden ile sınırlıdır ve bu dünyada olduğu sürece fiziksel ihtiyaçlarını da gözetmekle sorumludur. Bu da ikinci modumuz olan Shuv, yani 'geri gelme'ye denk düşer.
Hasidik düşünce, Tanrı’nın evreni yaratmasında, O’nun aşağı dünyalarda barınma arzusu olduğunu açıklar. Bu düşüncenin devamında, Tanrı’nın varlığını gizlediğini ve bu şekilde insanların O’na duyduğu bağımlılığı hissedemeyeceğinden bahseder. Bu aynı zamanda şu da demektir, insanlar mitzvahları yapmak için fiziksel hareketler içinde olduklarında, aslında var olan Tanrısallığı yüzeye çıkarabilme fırsatı bulurlar. Ruhsal coşkunluğun amacı olan eylem, yani coşkunluğun fiziksele kanalize edilmesi, dünyayı daha Tanrısal bir yer haline getirmektedir (bir anlamda var olanı ortaya çıkararak). Bu fikirler, günümüzde oldukça popüler olan, “spiritüalizm” ve “din” ayrımını yapmakta da açıklayıcıdır. Spiritüalizm insanın kendini aşma ihtiyacını merkeze koyarken, dindarlık ritüalistik ve içsel tutkudan yoksunmuş gibi görünmektedir. Ne var ki Yahudilik, insanın bu iki modu da yaşamasının önemini vurgulamakta, insanın manevi yolculuğunda hem yükselmenin hem de geri dönmenin gerekliliğini öğretmektedir. Zamandan ve mekandan bağımsız (ve aşkın olan) HaShem bile, İsrael halkının arasında bulunmak (ve kutsiyet görevlerinin yerine getirilebilmesi) için kendini zamana ve mekana bağımlı olan Mişkan (mesken) ile sınırlandırmıştır1 (tabii ki de Tanrı hiçbir anlamda sınırlı değildir, bu konuda Aryeh Kaplan’ın fikirlerini aşağıda bulabilirsiniz). “Bana bir sığınak yap ki ben de onların arasında yaşayayım.” (Şemot 35:8). Bu ifade, Tanrı'nın insanlar arasında var olma arzusunu ve insanların O'na fiziksel dünyada yaklaşma çabalarını desteklemek için kendini bir bakıma sınırladığını öne sürer. Başka bir deyişle, sınırların ve sınırsızlığın varlığı, insanın manevi gelişimi için ideal koşulları sağlamaktadır.
Özetlemek gerekirse, insan bir ilişkiyi devam ettirebilmek için (Tanrı, çevresi ve kendi ile olan ilişki), farklı ihtiyaçları dengelemelidir. Kant'ın da vurguladığı gibi, insanın hem sosyal (kurallara uyan, normları takip eden) hem de anti-sosyal (normlardan bağımsız özgürleşmek isteyen) eğilimleri bulunmaktadır. Bu dengeyi korumak, toplumsal düzen için önem arz ederken, manevi hayat da benzer bir dengeye gereksinim duyar. İnsan, ruhunu dinleyerek yükselme anlarını yaşayabileceği gibi (örneğin kendi içsel dilinde yapılan serbest dua gibi), aynı zamanda sınırlarını hatırlayıp geri de dönmelidir (örneğin kurallarıyla yapılan Amida duasında olduğu gibi). Bu bakış açısından değerlendirildiğinde, uygulamakta zorlandığımız mitzvahlar daha anlamlı ve bütüncül bir deneyim haline gelebilir.
Kaynaklar: Rabbi Mendel Rivkin, Torat Menachem 5745 vol. 1, Kant-Social Theory, Sara Blau – Chabad.org, Aryeh Kaplan – The Infinite Light.
1Tabii ki de Tanrı her yerdedir ve herhangi bir yerle sınırlandırılamaz. Tanrının bir yerde olduğunu söylediğimizde aslında o yerde Tanrı’nın varlığının hissedildiği veya mucizelerinin görüldüğü söylüyoruz. - Aryeh Kaplan (The Infinite Light).
*Konuyla daha ilgili olanların, Rabbi Lawrence Kelemen’in ‘The miniscule detail’ isimli dersini izlemelerini öneririm.
Hannah BİTRAN
Comentários