Psikolojik Savaş Yönünü Şaşırınca
Bamidbar kitabının başında, halkın savaşabilecek yaştaki nüfusu belirlenmiş, kabileler kolordular halinde düzenlenmişti. Tora’nın alınışının üzerinden bir yıl kadar süre geçtikten sonra artık halk Erets-Yisrael’e doğru yürüyüşe geçmişti. Normal şartlarda on bir günlük bir yolculuk sonrasında Erets-Yisrael’e gireceklerdi. Ancak Devarim kitabının başında Moşe’nin anlattığı üzere, ülke sınırına ulaşıldığında halk, fetih hareketine başlamadan önce kendilerini nelerin beklediğini bilmek isteyerek Kenaan Ülkesine casuslar gönderilmesini talep etti. Bu talep üzerine bu hafta okuyacağımız Şelah Leha peraşasının başında Tanrı, Moşe’ye “Kendi adına casuslar gönder” talimatını vermektedir.
Tanrı’nın sözlerindeki ima açıktır: “Ben size bir vaatte bulundum. Bu ülkeyi size veriyorum. Geçmiş deneyimlerinize – dönemin süper gücü Mısır’dan inanılmaz mucizeler eşliğinde geçmiş, Kızıldeniz gibi bir engeli yine müthiş bir mucize ile aşmış, çetin bir rakip olan Amalek’in kalleş saldırısından galip çıkmış olduğunuza – dayanarak, Kenaan Ülkesini fethetmekte de zorlanmayacağınızı bilmeniz gerekir. Ama madem halkın içi ancak bu şekilde rahat edecek, ‘kendi adına’ – kendi inisiyatifinle – casuslar gönder.”
Tanrı’nın sözlerinden, söz konusu keşif talebinin Tanrı tarafından olumlu bulunmadığını anlamak mümkündür. Sadece bu bile, belanın kapıda olduğunun habercisi sayılabilir. Öyle de olmuştur.
Ülkeyi gözlemlemek için her kabileden birer tane seçilerek gönderilen toplam on iki casus, ülke hakkında olumlu bir raporla döndüler. Gerçekten de Tanrı’nın bize vaat ettiği toprak verimli ve güzeldir: “süt ve bal akan bir diyardır”. Ne var ki, bu noktada, Yeoşua bin Nun ve Kalev ben Yefune dışındaki on casus ağız değiştirdi: “Ülke güzel ve verimli; ama orayı ele geçirmek mümkün değil. Çünkü şehirleri yüksek ve sağlam surlarla çevrili; ayrıca halkı çok güçlü... Etrafta Amalek, Hiti, Yevusi ve Emori gibi yenilmesi zor halklar var. Akdeniz ve Yarden Nehri kıyıları Kenaanilerin kontrolü altında.”
Kalev bu noktada araya girerek halka ülkeyi ele geçirmelerinin önünde hiçbir sıkıntı olmadığını söylemeye çalıştıysa da, diğer casuslar bu kez ülkeyi de kötülemeye başladılar: “Keşif için içinden geçtiğimiz ülke, sakinlerin yutan bir ülkedir” dediler ve tekrar potansiyel düşmanların ne kadar güçlü olduğunu vurguladılar: “İçinde gördüğümüz tüm halk, cüsseli insanlar. Orada devleri de gördük; kendi gözümüzde birer çekirge gibiydik – ve onların gözlerinde de öyleydik.”
“Savaşta moral, fiziki gücün on katı önemlidir” demiş Napoléon Bonaparte. Her kabilenin ileri gelenleri arasından seçilen on iki kişiden onunun ülke hakkında bu şekilde konuşması etkisini göstermişti. Daha önce Tanrı’nın vaadine rağmen ülkede keşif talep ederek inanç ve güven eksikliği gösteren halkın cesareti bu sözlerle tamamen kırılmıştı. Artık bu neslin ülkeyi fethetme kabiliyetine sahip olduğunu söylemek mümkün değildi. Tanrı’nın ülkenin fethine dair vaadinin gerçekleşmesi için neslin değişmesi gerekecekti. Öyle de oldu. Tanrı çöldeki toplam yolculuk süresini kırk yıla çıkardı. Bu hem bir cezaydı, hem de mevcut neslin [hak eden istisnalar haricinde] tamamen sona ermesi ve Yeoşua önderliğinde ülkeyi fethedecek, hem Tanrı’ya hem de kendine inanan ve güvenen yeni bir neslin yetişmesi için gereken süreyi sağlayacaktı.
Genelde psikolojik savaş, düşman tarafından uygulanır. Bunu kendi halkına karşı uygulayanlar herhalde sadece biziz. O nesilde casuslar, her ne sebeple olursa olsun – ama kesinlikle kendi isteksizliklerinin ve inanç eksikliklerinin bir türevi olarak – halkın cesaretini kırmıştı. Ama günümüzde de mikrofonları ve gazete köşelerini ellerinde tutan bazı kardeşlerimiz, kendi güvensizlik, inançsızlık ve en önemlisi isteksizliklerini tüm halka yaymak için, bulundukları konumun etkin gücünü kullanabiliyor.
İşte, daha geçen haftalarda bizim tarafımızdan hiçbir – ama hiçbir – tahrik olmamasına rağmen şehirlerimize atılan roketler karşısında haklı bir savunma operasyonuna girmeye zorlandık. Üstelik bu operasyona, halkımız, belki de Mısır’dan çıkan neslin aksine, hem askeri gücümüze hem de Tanrı’ya – en önemlisi de haklılığımıza – inanarak girdi. Ama işte, nedense çok akıllı ve ileri görüşlü “otoriteler” daha ilk günden başladılar: “Bu işin askeri çözümü olmaz. Ne yapacağız? Gazze’yi tekrar ele mi geçireceğiz? Sonra ne olacak? Bu operasyonun amacı ne? Orada çocuklar ölüyor, buna ne kadar devam edebiliriz? Uluslararası baskı henüz başlamadı, ama eli kulağındadır. Hah… işte Biden uyarısını yaptı bile… Zaten bu operasyon başbakanın kendisini kurtarma operasyonu; onun yüzünden iki tarafta da insanlar ölüyor… vs. vs.”
Askeri veya siyasi bir otorite değilim. Gerçekten de Gazze ile ilgili çözümün ne olduğunu, askeri mi yoksa siyasi mi olması gerektiğini bilmiyorum. [Tabii ki kendimce bir fikrim var, ama bu kimseyi bağlamaz.] Yine de, açıkça, hiçbir ayrım yapmaksızın halkımızdan ne kadar çok kişi öldürebilirse öldürmek için elinden gelen tüm olanakları sonuna kadar zorlayan bir düşman karşısında bile bir şekilde elimizi kolumuzu bağlamamız gerektiğini düşünen ve halkı da buna ikna etmeye çalışan, bu uğurda resmen kendi halkına karşı psikolojik savaş ve caydırma taktikleri uygulayan, üstüne üstlük bize kendimizi suçlu hissettirmek için baskı yapan tek basın herhalde bizimkidir. Savaşı kimse istemez. Hele masum çocukların ölmesini hiç kimse istemez. Ama dünyada hiçbir ulustan beklenmediği gibi, bizden de, bir savaş sırasında “sıfır hata” yapmamız beklenmemelidir – ne başka “makul” devlet ve uluslar tarafından ve tabii ki ne de kendi tarafımızdan!
Böyle bir operasyonda, sanki, bize roket atıldığını tespit ettiği anda roketin çıkış noktasına bir roket atan, insan eli değmeyen otomatik bir sistem varmış gibi, dolayısıyla karşı tarafta zarar görenlerin sorumluluğunun tamamen, doğrudan ve münhasıran karşıdan o roketi ateşleyenin üzerinde olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Çünkü – haydi bize düşmanlık etmeyi matah bir şey zannedenleri bir kenara bırakalım – kendi halkımızın, bizim kasten herhangi bir masumu öldürme gibi ne bir niyetimiz, ne bir isteğimiz, ne bir amacımız, ne de bir kazancımız olduğunu bilmesi gerekir. Bunun aksini farz ederek kendi elimizi ve moralimizi zayıflatmak, düşmana bize saldırmak için açık çek tanımaktan başka bir şey değil. Biz kendimizi “çekirge gibi” görürsek, düşmanımızın gözünde de tabii ki “öyle oluruz”.
Peraşamızda casuslar, askeri güçlerinin yetersiz olduğunu düşünerek halkın moralini bozmuştu. Bizim zamanımızda ise tam aksine, üstün askeri güç, her türlü akıl ve mantığa aykırı bir şekilde bir “zaafa” dönüştürülüyor. Bunu düşmanlarımızın yapması gayet doğal; ama kendi kendimize yapmak, iyi ve aydın olmak değil, aksine, kendimize yapılan bir kötülüktür. Hahamlarımızın öğrettikleri gibi, “Gaddarlara merhamet eden, sonunda merhametlilere gaddarlık edecektir” (Koelet Raba 7:16). Evet merhametliyiz; düşmanlarımızın hiç umurunda olmayan kendi halkına ve çocuklarına karşı bile merhamet doluyuz. Ama bu, haklı bir mücadelede kendimizi mevcut askeri olanaklara rağmen zayıflatmamız gerektiği anlamına gelmemelidir.
Comments