Yorucu bir gün geçirdiniz, akşam bulaşıkları da yıkandı – ah, şimdi bacaklarımızı uzatıp karşımızdaki ekranda güzel bir film, sürükleyici bir dizi bulsak, ne iyi olurdu...
Son yıllarda –Israel’de olsun veya Türkiye’de, keza başka ülkelerde de– büyük bir çoğunluğumuz, bu küçük ancak keyif verecek arzularımızın gerçekleşmesi için Netflix’ten medet umuyorduk!
Eşimle biz de onlardandık. Breaking Bad, Unorthodox, Maid gibi başarılı dizilerle veya Queen’s Gambit türünden bazı ilginç filmlerle nice güzel saatler geçirdiğimizi anımsıyorum… Ne var ki son bir-iki yıldır bu gidişat maalesef bozuldu…
Bu üzücü gelişmeyi ilk kez Pera Palas’ta Gece Yarısı ile yaşadık… Amerikalı akademisyen Charles King’in Türkiye’de de iki kez yayımlanmış “Pera Palace: The Birth of Modern Istanbul” başlıklı son derece ilginç incelemesinin Türkçeye çevrilmiş adını haksız yere kullanmakla birlikte, kitap ile hiç ilgisi olmayan bu niteliksiz Türk dizisi, ilk sekiz bölümünden sonra bildiğim kadarıyla ekrandan kaldırılmıştı.
Keza, Türkiye Yahudilerinin ilk kez tefeci/cimri olarak gösterilmediği, Türkçeyi gülünç bir aksanla konuşmayan bir halk topluluğu olarak işlendiği için, kimi çevrelerce göklere çıkartılmış olan Kulüp dizisi, üstün performans gösteren bazı oyuncularıyla profesyonelce kotarılmış 1940-50’lerin İstanbul görüntülerinin dışında, benim için bir “kitsch” manzumesinden başka bir şey değildi! Konuya ilgi duyanlar, tarihimizde olayların kronolojisini de hatalı olarak işleyen bu dizi hakkında, portalımızda yayımlanmış yazılarıma bakabilirler ( “Kulüp” dizisinin düşündürdükleri... ile ...ve bir daha: “Kulüp”!.. ). İçinde bulunduğumuz sezonda gösterilmesi düşünülmüş üçüncü bölümünün niye henüz ekranlara gelmediğini de merak etmiyor değilim…
Son haftalarda vizyona girmiş başka bir yerli dizi olan Terzi’ye değinecek olursak, bu yapımda da eleştirilecek birtakım olumsuzluklar göze çarpmakta... Şöyle ki, Yakup Barokas dostumuzun da bir yazısında işaret ettiği gibi, İstanbul’da halen yaşamakta olan çok varlıklı ve de yatırımcı Rumların dizinin senaryosunda önemli bir yer almaları, sanki bir “gerçeküstü” hava katıyor izlediklerimize! Gerçekten de –acaba Kulüp dizisinin o denli sevilmiş olmasından da mı esinlenerek– bu kez Rum azınlığını öne çıkarmakla, başka türlü bir “egzotizm” mi yaratılmak istenmiş?! Öte yandan, senaryodaki birtakım “tesadüflükler”, bu yapımı bir çeşit “Yeşilçamlığa” yaklaştırmıyor mu sizce de? Diziyi izlemiş olanlar, ne demek istediğimi anlayacaklardır – ben ise, konusundan fazlasıyla sıkıldığım için son iki bölümüne bakmayıp, eşimden daha sonra kısa bir özetini rica ettim (ve anladığım kadarıyla, “esas oğlan”ın öldürülmesi sonucu, bu “opus” daha bir sezon boyunca süreceğe benziyor…).
Ama sıkıntı, sadece “yerli dizilerde” değil! Gene geçtiğimiz haftalarda Netflix’te vizyona girmiş olan Rough Diamonds “mini” dizisini izlerken, şu düşüncelere kapılmadan edemedim: Her şeyden önce, sadece Yahudi camiasında değil, tüm dünyada büyük rating’ler almış Shtisel ve Unorthodox dizlerinin vermiş olduğu “ilham” üzerine, köktendinci dindaşlarımızın yaşamı yeniden mercek altına alınıyor gibi… Erkeklerin kafasında kürkten dev kalpaklar, evli kadınların başında peruklar, mesleki çöpçatanlar ve daha ne istersen – sanki günümüz Antwerpen’de değil, Isaac Bashevis Singer’in bir Polonya ştetl’indeymişiz gibi! Birazcık yontulmuş izleyiciler bu “temcit pilavlarından” sıkılmıyorsa bile, dizide olup bitenleri acı bir tebessüm ile takip ediyorlar… İkinci husus, Netflix tarafından “thriller” ( = sürükleyici yapıt) olarak adlandılan sekiz bölümlü bu dizide olup bitenlerdir. Efendim, olaylar bu toplumdan bir gencin intiharıyla start alıyor – sanki kendine kıyma eylemi, böylesine ortodoks Yahudilerde işlenecek en büyük günahlardan biri değilmiş! Ardından, gene bu “dini bütün” insanların, daha doğrusu Belçika’nın bu güzel kentinde kümelenmiş elmas ticaretinin saygın bir ailenin mafyayı aratmayacak girişimlerini şaşkınlıkla izliyoruz… Tamam, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında Bugsy Siegel, Lepke Buchalter veya Meyer Lansky gibi ABD’nde öne çıkmış gangster’lerini biliriz, ancak bunların hiçbiri köktendinci değildi! Sonuç: Bu diziyi izleyen Yahudi olmayan Netflix’çilerde, hafif de olsa, bir çeşit antisemit düşünceler uyanmaz mı?
Amerikalıların güzel bir deyişi vardır: “I don’t need that…” ( = buna ihtiyacım yok!) – Bizim de bu türden “sakat“ bir diziye!
*****
Not 1: Peki, Netflix’te izlenecek hiç de iyi bir şeyler yok mu şu sıralarda? Örneğin, Thailand yapımı olup, gerek gastronomi bilgileri, gerekse ilginç iletiler içeren Hunger filmini beğeneceğinizi umarım…
Not 2: Belki fark etmişsinizdir; bu yazımda, pek sevdiğim Öztürkçe sözcüklere daha az yer verdim – uzun yıllar önce aliya yapmış olan kimi değerli okurlar, yazdıklarımın bir bölümünü anlamakta zorluk çekiyorlarmış…
Comments