Bugün de izninize sığınarak savaştan uzak, daha hafif konulara değinmek istiyorum…
Geçen hafta Netflix’te gösterime yeni başlamış, kısa adı “Ripley” olan dizinin üçüncü bölümü, aklıma Alfred Hichtcock’un 1935-1960 dönemi filmlerini getirdi! Patricia Highsmith'in aynı isim etrafında oluşan romanlar dizisinin ilkiyle başlayan, her ikisi Oscar ödüllü olan yönetmen ve senarist (1994: “Schindler's List”) Stephen Zaillian ile görüntü yönetmeni (2008: “There Will Be Blood”) Robert Elswit’in kotardığı bu sekiz bölümlük dizi, gerçekten de “filme noire” türüne bir anıt dikmek üzere yola çıkmıştır. “Kara film” tanımlaması, kahramanlarını çürümüş ve itici bir dünyanın içine yerleştiren Hollywood suç filmlerini adlandırmak üzere 1940’larda kullanılmaya başlanmış olup, daha sonra ABD’nden Avrupa’ya geçmiş ve burada özellikle Fransız yapımcı/yönetmenler tarafından benimsenmişti…
Tekrar Hitchcock’a dönecek olursak, bu sinema türünün tarihine geçmiş olan üstadın 1951 yılında çektiği, Highsmith’in “Strangers on the Train” romanına dayanan filmi, o yıllarda henüz yirmili yaşlarında olan bu genç yazarın talihini değiştirecekti!
O dönem noktasından sonra film yapımcıları, Patricia Highsmith'in romanlarına büyük ilgi duymaya başlar; şiddetin örgüleri, rahatsız edici çekimler ve bir dizi soğukkanlı biçemleriyle 1954 tarihli romanı "The Blunderer", 1963 yılında Claude Autant-Lara tarafından "Le Meurtrier" adıyla filme çekildi; Claude Miller ise "The Sweet Sickness" romanını 1977'de "Dites-Lui Que Je L'Aime"e dönüştürdü. Aynı yıl Wim Wenders, Highsmith'in en çekici sosyopatı, Avrupa'daki Amerikalı gurbetçi Tom Ripley'i konu alan beş romanlık serisinin üçüncüsü olan "Ripley's Game"e kendi yorumunu kattığı "The American Friend"de Dennis Hopper’e rol verecekti… Anthony Minghella'nın 1999 yapımı "The Talented Mr.Ripley" filmi, bu serinin 1955 tarihli ilk romanının Matt Demon ile beğenilen bir beyazperde uyarlaması oldu. Bunu 2002 yılında Liliana Cavani’nin gerçek “Ripley’s Game” romanının uyarlaması ile Roger Spottiswoode’un 2005 yapımı “Ripley Under Ground” filmleri izledi. Ne var ki daha 1960 yılında René Clément, Ripley rolünü Alain Delon'un üstlendiği "Plein Soleil" ile bu uygulamaların bence en büyük başarılarından birini elde etmişti.
Şurası kesindir ki en yetenekli yönetmenler bile, Patricia Highsmith’in suç ve ceza konusundaki “yürekliliğini”, ahlâki eksiklikleri hiçe sayıp eleştirmemesi ve psikolojik açıklamalarla ilgilenmemesi karşısında bocalamışlardır. Bu bağlamda Clément, kurbanın kimliğine bürünmek için bir arkadaşını öldüren genç bir adamın -Ripley’in- öyküsünü “etik kurallara” uydurmayı yeğleyerek, Highsmith'in yaptığı gibi kibar katilin kanundan kaçmasına izin vereceğine, filmi tutuklanmasıyla sonlandırdı… Bunu yazara nasıl kabul ettirebildiği bilinmiyor – zira Highsmith’in bilinen bir yorumu, "Halkın adalet tutkusunu oldukça sıkıcı ve yapay buluyorum;" şeklindeydi, "çünkü ne hayat ne de doğa, adaletin yerine getirilip getirilmediğini umursuyor." Bunun gibi, Oscar’lı (“The Engish Patient”) yönetmen Minghella "The Talented Mr.Ripley”de de Tom Ripley’e arkadaşı Dickie’yi öldürmesine "psikolojik" bir neden (reddedilen eşcinsel teklifler tarafından kışkırtılma!) uydurarak, kendine ait bir “yumuşatma” getirecekti…
Edebiyat eleştirmenleri arasında Highsmith'in saygınlığı oldukça tartışmalıydı. Uyguladığı edebi kurguları, editörleri tarafından bile yıllarca cinayet romanları türünün gölgesinde görülüyordu… Ne var ki Highsmith'in romanları, kendi başlarına bir tür oluşturur. Okurlarını bir suçun çözümüyle ya da bir kovalamacanın heyecanıyla meşgul etmek yerine, onları olaylar biriktikçe kaçışın olmadığını, keza yaşamı bir çeşit kurnazca tasarlanmış tuzak olarak algılamalarına davet ederler. Belki bunun içindir ki kitaplarının satışları, “daha entelektüel olan” Avrupa'da ABD'nden her zaman daha yüksek olmuştur.
Sanki bunu öngörmüş gibiydi kendisi: Hitchcock'un "Trendeki Yabancılar"ın film haklarını satın almasının ardından Highsmith, ilk kez Avrupa’ya “açıldı” – ve o kıtayı "Amerika'dan daha ilginç" bulduğuna karar getirerek, 1963'te oraya taşındı, çoğunlukla İtalya ve İsviçre’de yaşadı…
1955’te ilk macerasını kaleme aldığı ahlâksız fırsatçı Tom Ripley fikri ise Highsmith'e, güney İtalya’nın Positano sahilinde günün erken bir saatinde yürüyen şortlu bir adam gördüğünde ve sabahın altısında orada tek başına ne yaptığını merak ettiğinde gelmiş… Kendi yaşamı ile Ripley'in yaşamı arasındaki örtüşme, bu başkişiyi konu edinen ilk romanı üzerinde çalışırken en çarpıcı halini almış ve kendi deyimiyle, "Ripley yazıyordu ve ben sadece daktilo ediyordum" diye hissetmeye başlamış!
Zaillian ve Elswit ikilisinin iş birliği yaparak, Netflix için kotardıkları “Ripley” ile klasik kara film ve Hitchcock'un yanı sıra Fransız ve İtalyan sinemasının büyüklerine de göndermeler yapan, titizlikle inşa edilmiş bir yapıt çıkarmışlar. Kimileri inanmayacaktır ama, siyah-beyaz olarak çekilen bu filme kare kare bakmak bile büyük bir keyif! Artık renkli sinematografi varken, hiçbir şey siyah beyaz olarak renkli olacağından daha iyi olmazdı onlara göre – ancak “Ripley”de kentsel ve doğal görüntülerle 20. Yüzyıl başlarındaki görkemli mimari yapıtlar renkli olarak gösterilselerdi, bu kadar gizemli/etkili olamayacaklardı kuşkusuz… Ayrıca, gerçekten de Hitchcock’vari görüntüler içeren sahnelerde kullanılan kırmızı kanın olmadığı bir şiddetin, acımasızlığı ile “Psycho”yu çağrıştırdığını, sanırım herkes onaylayacaktır.
Elswit’in o güzelim gölge/ışık yardımlarıyla Zaillian’ın çizdiği Tom Ripley, yukarıda değindiğim bazı önemli yönetmenlerin “yumuşatmalarına” karşın, bu yapımda (H.Arendt’vari) “sıradanlığın” içinden gelen “kötü” bir insandır. Dizinin açılış karelerinden başlayarak küçük çapta ama katıksız bir dolandırıcı olduğunu görüyoruz; insanları her seferinde az para uğruna soymak için özellikle “olmadığı biri gibi” davranışlarda bulunur. Onu İtalya’ya oğlunu evine dönmeye ikna etmek için görevlendiren Dickie’nin babası da Tom’u başkası sanmıştı – o da bu oyunu sürdürmeyi yeğler… Ancak daha ilerisini anlatmayalım!
Deneyimli oyuncu Andrew Scott, 47 yaşında üstlendiği maceraperest Tom rolü için kimi eleştirmenlerce bir hayli “geçkin” sayılıyorsa bile, yetkin oyunculuğu ile bu “kusurunu” bağışlatıyor sanırım. Öte yandan, bu köşede film eleştirilerine girişmediğimi özellikle belirtmek istiyorum – asıl amacım, beyaz perdede yazar/yönetmen görüşlerinin nasıl çelişebildiğini, ancak buna karşın bir romanın yine de, çok farklı nitelikli yapıtlara yol açabileceğini göstermektir…
***
Not: Yazının ilk yarısındaki alıntılar, The New Yorker dergisinin 12/12/1999 sayısında eleştirmen Susannah Clapp’ın P.Highsmith hakkındaki “The Simple Art of Murder” başlıklı yazısından aktarılmıştır.
Comments