Feride PETİLON
Kızım lisede okuyor. Bir ödev veriyorlar; “ünlü biri ile söyleşi yapın...”
İş başa düşüyor. Arıyorum Nedim Saban’ı gidiyoruz yanına yapıyoruz söyleşiyi… Kızım memnun, ben memnunum… İlk kez tanışıyorum Nedim Saban ile… Güler yüzü, kendine has şivesi, içtenliği ile gönlümüzü fethediyor. Yıllar yılları kovalarken Nedim
Saban ile çeşitli vesilelerle yollarımız kesişiyor. Hiç değişmiyor Nedim…
Geçenlerde kendisi ile röportaj yapmak istediğim zaman aynı içtenlik ile kabul ediyor…
Şimdiden teşekkürler Nedim…
Sizce Nedim Saban kimdir?
Kendisini tiyatroya adayan, tiyatroyu sadece bir meslek olarak değil, bir yaşam biçimi olarak kabullenmiş, konu sanat olunca hep öğrenmeye ve kendini geliştirmeye açık, üretimi baltalandığı zaman çocuk gibi küsen, biraz çocuk ruhlu biri.
Tiyatro ile ilk karşılaşmanızı bizimle paylaşır mısınız?
1977 yılıydı. Tepebaşı’nın tarihi tiyatrosu yanmış, ancak Muhsin Ertuğrul bu tiyatroyu küllerinden doğurarak, dekor ve kostüm atölyesini bir deneme sahnesine çevirmişti. Şimdi alternatif tiyatro olarak anılan, seyircinin oyunları klasik bir sahnede değil, oyuncuları çevreleyerek katılımcı olarak katıldığı oyunlar oynanıyordu.
“Birlikte Oynayalım” adlı bir çocuk oyununa gitmiştik kuzenlerimle. Oyunda bir bilmece soruluyor, bilmeceyi bilen kral rolü oynuyordu. Bilmeceyi ilk seferde bilemedim. Ancak kimse aynı oyunun iki kez izlenileceğini düşünememiş herhalde. Babaannemden çok rica ederek, ertesi gün Tepebaşı’na tekrar gittim, bilmeceyi bildim, kral rolünü oynadım, o tarihten beri de sahneden inmedim. 1982 yılında, yani 15 yaşında profesyonel oldum, Robert Kolej ve New York Üniversitesini bitirdikten sonra, Tiyatrokare’yi kurdum.
Kime ve neye rağmen tiyatroyu mesleğiniz haline getirdiniz?
Aileme kabul ettirmek aslında zor olmadı, yeter ki iyi bir eğitim al demişlerdi. Ancak daha sonra bu mesleği layıkıyla yapmak, ayrıca profesyonel olarak maddi kazanç sağlamak, beraber çalıştığım insanlara da bu alanı açmak çok kolay olmadı. Yani tiyatro hevesini tiyatroculuğa çevirmek çetin geçti. Ancak beni çok şaşırtan, meslektaşların da birbirlerine destek vermemesi oldu. Güvenebileceğiniz bir sevgi, saygı, dayanışma yok, bu da mesleğe çok saldırı gelmesine, tiyatronun kurumsallaşmamasına neden oluyor.
Son dönemde de Kadıköy Belediyesine rağmen tiyatro yapıyorum diyebilirim. Biliyorsunuz, İstanbul’un tiyatro seyircisi çoğunlukla Kadıköy’de toplanıyor ve Tiyatrokare prodüksiyonları için ihtiyaç duyulan sahneler Kadıköy Belediyesine ait. Edirne, Yozgat, Kars, Bursa gibi Türkiye’nin neredeyse 60 ilinde oynanan oyunlarım, şahsıma kişisel bir husumet nedeniyle Kadıköy’e sokulmuyor.
Birçok farklı platformda bulundunuz. Bu deneyimlerden ne gibi dersler aldınız?
Medya maceram keyifliydi, ancak özgür ifade üzerine kurulmuştu konsept... Bu nedenle zamanında bitirdim, iyi ki bitirmişim, taraf olmak, güdümlü olmak istemezdim çünkü.
Eğitim vermeyi çok seviyorum. 50 yaşından sonra doktora yaptım, Türkiye Tiyatrosuna borcumu ödemeye, hem tiyatro tarihi araştırmaları yaparak, hem eğitim vererek devam etmek istiyorum.
Tiyatrokare size neyi ifade ediyor?
32 yıldır süreklilik sağladık. Tutmayan oyunlarımız oldu, hatta umutla başlayıp bize yakışmayan biçimde çıkan oyunlar da oynadık. Tiyatro bir ekip işi çünkü… sadece iyi metin yeterli olmuyor. Ancak 32 yıldır bir kumbarada biriktirdik seyircimizi. Hem de Türkiye’nin her noktasında. Biliyorsunuz salonumuz yok, her gece başka bir şehirde, ya da İstanbul’un başka bir noktasında perde açıyoruz. Turne tiyatrosu olunca bazen kaliteden ödün veriliyor, biz mümkün olduğunca dekor, ışık v.b. konuya sadık kalarak, iyi prodüksiyonlar yaparak perde açıyoruz. Adeta her gün turnedeyiz.
Tabi bunun can güvenliği de var. Covid döneminde her sabah test yaparak açtık perdeyi. Zor bir dünya, zor bir coğrafya, zor bir meslek… Ancak en köklü üç tiyatrodan biri olduk, onlarca oyuncumuz ödül aldı, ustalar bizde sahneye döndü, yüzlerce kişi bu işten ekmek yedi.
Son olarak, seyircimize olan saygımızdan, mümkün olduğu kadar ekonomik fiyatlarla perde açıyoruz. İstanbul’da 1000 TL’ye bilet satılıyor, biz aydın seyircimizin alım gücünü de düşünerek, enflasyona rağmen fiyat politikamızı korumaya çalışıyoruz.
Şimdiye kadar yarattığınız veya canlandırdığınız karakterlerin hangisinden en fazla etkilendiniz?
Tiyatroda, Tiyatrokare olarak 1994’de oynadığım, Müşfik Kenter’in yönettiği “Salaklar Sofrası”, televizyonda da Türkan Şoray ve Şener Şen ile oynadığım “İkinci Bahar.”
İleride içinde olmak istediğiniz bir hayalinizden söz edebilir misiniz?
Uluslararası prodüksiyonlara imza atmak, daha çok oyun yönetmek, çok sevdiğim ve özel tiyatro olduğu için Tiyatrokare’de sahneye koyamadığım 20. yüzyıl klasikleri, İbsen, Çehovlar, Arthur Miller’lar, Shakespeare’leri yeni yorumlarla sahneye koymak!
Alaylı ve mektepli kavramları sanat için ne denli önemli?
Bu konu tartışmasız… İnsanlar yıllarca okuyor çünkü oyunculuk sadece yetenek değil, zanaat da gerektiriyor. Sesini kullanmayı, bedenini kullanmayı bilmen gerek, oyun analizi yapabilmen gerek. Ne acıdır ki, lise müfredatları o kadar zayıf ki, üniversitede bir tane bile klasik eser okumamış öğrencilerle karşılaşıyoruz. Disiplin konusu da eksik... Bana hep sosyal medyadan da soruyorlar bu soruyu ve 50 yaşından sonra bile doktora yapan birinden, yetenek yeterli yanıtını bekliyorlar. Yetenek ya da dış görüntü ile bir ya da iki dizide azıcık görünürsünüz, ancak kalıcı olmanıza imkân ihtimal yok.
Sanat doğuştan mıdır yoksa öğrenilebilir mi?
Öğrenilebilir ama öğrenmeye açık olmak lazım. Yani matematik öğrenmek gibi değil bu iş, çok çalışsan da, şansın yardım etmeli, ayrıca hiç yeteneğin yoksa çok zor. Ancak şunu söyleyeyim orta yetenekli biri, şans faktörüyle ve çok çalışarak, hiç çalışmamış, eğitim almamış birinden çok daha başarılı olur.
Bugünkü dijital ortamda tiyatro, dünyadaki popülaritesini koruyabiliyor mu?
Covid’de böyle bir algı oluştu ama gördük ki, tiyatronun interaktif yönünü hiçbir şeye değişmiyor insanlar... İnsan sosyal bir yaratık ve sosyalleşmek, beraber gülmek, eğlenmek, ağlamak istiyor. Dijital ortamı bir avantaja çevirebilir, multi disipliner bir estetikle tiyatro yapabilirsiniz.
Şimdi kısa kısa
Kot ve t-shirt mü? Pantalon, gömlek, kravat mı?
Nereye gittiğime bağlı…
Dağ mı deniz mi?
İkisi de, hem de 12 ay boyunca.
Türk mutfağı mı, Sefarad mutfağı mı?
Çin ya da Japon desem?
Tekrar teşekkürler
Kommentarer