top of page

Mango’nun Baş Aktörlerinden İsak Halfon Dr.Shirli Ender Büyükbay



Mango’nun Baş Aktörlerinden İsak Halfon

Dr. Shirli Ender Büyükbay


Henüz 17 yaşındayken Barcelona’da İsak Andiç’le yolunun birleşmesiyle büyük bir ticaret yolculuğuna çıkıyor, birlikte marka oluşturuyorlar ve bugünlere getiriyorlar… Hayatının yarısından çoğunu bu “iş-evliliğine” adamış… 110’dan fazla ülkeye giderek dünya devi hazır giyim markasını dünyaya yaymış… Kendisi Mango’nun baş aktörlerinden, 70 yaşında, aktif ve dinamik bir dünya vatandaşı… İşte İsak Halfon…


Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Kuruluşundan bugünkü global marka oluşuna kadar Mango’nun kilit kişilerinden biri olmanın hikayesi çok ilginç… Nasıl nereden başladınız?

1970’te Barcelona’ya geldiğimde İsak Andiç ve ailesiyle tanıştım. Annem babam, onun annesi babasıyla Türkiye’den tanışıyorlarmış. Aynı yaşlarda olduğumuz için çok yakın arkadaş olduk. Beraber liseye gittik (bugünkü American School of Barcelona). Bitirdikten sonra İsak işletme, bense kimya mühendisliği okumaya başladık. Bir ay sonra işletmenin ona göre olmadığını anladı, okuldan ayrıldı ve Türkiye’den gemiyle ürünler getirip (bluzlar, yüzükler, aksesuarlar, vs.) burada satmaya başladı. Çalışmayı çok seven ama para harcamayı pek sevmeyen biriydi. Bu al-sat işinin güzel olabileceğini düşünerek 1973’te Balmes caddesinde üç katlı bir “mercadillo” (bugünün iş merkezleri veya küçük AVM’leri gibi) içinde 30 metrekarelik ufacık bir dükkân açtı. Orada otantik bluzlar, pantolonlar satmaya başladı. Sonrasında, iş merkezinin alt katında ve daha işlek bir caddede iki dükkân daha açtı. Bu arada ben de okulu bitirdim - kimyayı bırakıp turizm okuluna geçmiştim. Hala çok arkadaştık ama beraber çalışmıyorduk. Bir sene kadar araba kiralama şirketinde çalıştıktan sonra bir gün, bana “gel beraber çalışalım bir şeyler yapalım” dedi. Dört küçük dükkân ve bir depo vardı, benden “tedarik zinciri” işlevini gören depoda durmamı ve ne iş olsa yapmamı istedi. Ben de kabul ettim. İşte böyle başladık...


Ben daha görev ve süreç adamıyım, İsak ise “in business” dediğimiz tam bir ticaret adamı. Mesela, bizim depo ufacık bir yerdi; bir gün, [gülerek anlatıyor] bir kamyon dolusu ayakkabı geldi, nereye koyacağımızı şaşırdık. İsak “No problem!” dedi, sığmayanları evlere aldık, dükkânlara dağıtımını evden yaptık. İlk mağazayı 1974’te La Ramblas caddesinde “Isak” ismi ve Los Genuinos Texanos (the genuine jeans) pazarlamasıyla açtık. İlk defa, ufacık dükkanlardan farklı olarak, 200 metrekarelik normal bir mağazaydı bu. 1975-76’da Puerta Ferisa’da “Roxy,” ardından 1977’de Porta del Angel’de “Palmera” mağazalarını açtık. Ramblas en önemli mağazamız oldu; Balmes’teki depo ve dükkânları kapattık. Playa de Aro’da (Costa Brava’da bir köy) Stock isimli üretici fabrikadan bütün bir koleksiyonu alıp üç mağazamızda satıyorduk. Sonra Valencia’da mağaza açtık. O zamanlar multi-brand anlayışı yoktu, biz de toptan satış için Trafalgar caddesinde 500 metrekarelik bir mağazayla süpermarket usulü (cash-n-carry gibi) satışa başladık. Bu şekilde toptan mal sattığımız 3-4 müşterimiz oldu.


[Röportaj sırasında telefon geliyor, arayan İsak Andiç; aralarında İspanyolca konuşuyorlar… Kapattığında ben dayanamayıp soruyorum…] Peki, siz İsak Andiç’le ağırlıklı hangi dilde konuşuyorsunuz?


İlk tanıştığımızda Türkçe konuşmaya başladık. Lise yıllarında İngilizce konuşuyorduk, şimdi de artık çoğunlukla İspanyolca konuşuyoruz. 50 yıldır burada yaşayınca İspanyolca daha rahat geliyor. Ama birileri, mesela arabada giderken şoför anlamasın diye veya Nahman ve İsak’la beraberken bir mevzuyu netleştirmeye çalıştığımızda başkaları anlamasın diye Türkçe konuşuyorduk, konuşuyoruz…


Peki Mango’nun başlangıç hikayesi… Nasıl, ne zaman?

Toptan satışların ardından birkaç markanın (Benetton gibi) çıkmasıyla biz de toptan satacağımıza bir marka yaratalım dedik ve Mango doğdu. Bizden mal alan birkaç müşteri, aynı malı komşuya satıyoruz diye şikâyet ediyordu. Çünkü İspanya’da çeşitli şehirlere (Valencia, Pamplona vs.) yayılmaya başlamıştık. Onun üzerine şikâyet etmek yerine müşterilere Mango mağazası açmalarını önerdik; böylece kendi dükkanımızın yanında, yavaş yavaş franchise mağazaları açtığımızda, Mango yaygınlaşmaya başladı. Mango ismiyle de başarılı bir marka oldu; hem anlamı ve okunuşu her dilde aynı olduğu için, hem de akılda kaldığı için… Öncesinde, Burbuja (bubble/baloncuk) adında bir marka yaratmıştık, ama isminden dolayı tutmadı ve yok oldu. Bu arada, Mango isminin hikayesi İsak Andiç’in Filipinler’e tatile gitmesi ve mango meyvesiyle tanışmasına dayanır; özellikle her dilde aynı oluşu dikkatini çekti...


Sizin Mango’daki rolünüz neydi? İlk kuruluşundan itibaren vardınız diye biliyorum…

Evet, tabii. İlk gününden itibaren vardım; Mango’yu beraber yarattık. Başta toptan alım satım işine bakıyordum. Sonrasında alım departmanını (buyer dept.) kurduk. Dünyanın çeşitli yerlerinden mal almaya başladık. Başta Türkiye, sonralarıysa Hong Kong ve dünya üretim fabrikalarından mal almaya gidiyordum. İlerleyen süreçte bu seyahatleri tasarım ekibiyle birlikte yapmaya başladık, onlar ürünleri görüyor, seçiyorlardı. Sonrasında, büyümeden (expansion) sorumluydum, worldwide franchise işine bakıyordum.


38 senelik bir serüvenin ardından 2014’te Mango’dan ayrıldınız ve yeni maceralara atıldınız. Köprüden önce son çıkış gibi, bu da emeklilikten önce son çıkış gibi bir şey miydi? Süreci paylaşır mısınız?


Evet doğrudur, 38 sene sonra… Ayrıldığımda çok kişi şaşırdı, “Buranın demirbaşısın, nasıl ayrılırsın?” dediler. Yaşam eğrisi gibi, her şeyin bir sonu var. Çok büyük ekiplerle, dünyanın her yerinden profesyonellerle çalışıyorduk. Zaman zaman değişik görüşlerimiz vardı, ki bu bizim zenginliğimizdi. Zamanla bazı şeyleri ayrı düşünmeye ve görmeye başladık. Mesela, açacağımız bütün mağazalar en az 1500 metrekare olması gerektiğini savunuyordu İsak, bense her yerde ilk 1500’lük bir dükkânla başlamayı, iyi giderse birkaç tane daha açmayı öneriyordum. Artık 64 yaşımdaydım ve fikir ayrılıklarımız giderek can sıkıcı ve ilişkileri zorlayıcı hale dönüşmeye başlamıştı. Her şeyden önce İsak ile derin ve değerli dostluğumuz vardı. İş yapmak yerine arkadaşlığımıza devam etmeyi tercih ettim.


Bir nevi evlilik sona erdi demek. Hemen ardından Alhokair’deki pozisyonunuz nasıl oldu? Ya sonrası…

Evet, 38 sene süren bir “mesleki evlilik” haliyle rutine ve profesyonel plateau’ya (durağanlığa) yol açar. Durağanlık ve fikir ayrılıklar beni bu yöne doğru itti. Suudi Arabistan’da uzun zamandır iş yapıyorduk, Alhokair oradaki Mango mağazalarını açan ve işleten iş ortağımızdı. “Mango’nun kurucularından biri ayrılıyor, vs.” gibi haberler çıkınca Alhokair’in başı beni aradı ve [gülerek anlatıyor] “Bu Mango için kötü ama bizim için belki de çok iyi bir haber” dedi. Onlarla iki sene Genişlemeden Sorumlu Genel Müdür (VP Expansion Director) olarak çalıştım.


Alhokair bir zamanlar İspanya’da var olan Blanco adında bir şirketi satın almıştı; çok eski ve kötü giden bir şirketti. Ellerinde başka markalar da vardı ve Blanco’yu da alarak Zara grubu tarzında bir marka yaratmayı hedefliyorlardı. Ama olmadı, çünkü uzmanlıkları sadece franchise üzerineydi. 18 ayrı yerde Avrupa’da Rusya’da Uzak Doğu’da mağazalar açtık. Blanco İspanya’dan çekilince ben de Alhokair’den ayrıldım.


Artık danışmanlık yapıyorum, Türkiye’deki şirketlerle çalışıyorum, Chakra, Oxxo gibi... Bir de farklı sektörler ilgimi çekiyor; yeme içme sektörüne girdim, İngiliz bir şirketle çalışıyorum; Madrid’de bir yazılım firmasıyla çalışıyorum, yazılımlarını satmak istiyoruz; Riga’da bir kozmetik firmasıyla bir proje üzerine çalışıyoruz. Oldukça heyecanlı ve dinamik gidiyor.


2020 yılı verilerine göre 96 lokasyonla dünyada Mango’nun en çok mağazası olduğu ülke Türkiye; hatta franchise mağazasının da en az olduğu… Bunun arka planında Türk kökleriniz ve Türkiye’yle olan duygusal bağınız olabilir mi?

Biz stratejik olarak tüm mağazalarımızı franchise ile açıyoruz. Türkiye’de de ilk mağazamızı franchise ile İstanbul Akmerkez’de açtık (1997); dekorasyon mağazası (Home Store’u) olan girişimci Levent Penso’yla beraber. Çok güzel bir dükkân oldu, satışlar “fantastic” (harika) gitti. Levent perakende mağazacılığına çok hâkim değildi, biz de Mango’nun standartlarının aynı seviyede kalması için dükkânı devraldık. Kâr marjlarını yüksek tutmaya çalışıyorduk ama Türkiye’nin çok rekabetçi bir pazar olması, bizi fiyatları düşürmeye itti. Hatta Ankara’da bir başka franchise dükkân daha açmıştık ve kâr marjlarını koruyamadığımızı görünce, Ankara mağazasını da devraldık. Bir tek memleket var ki -o da Türkiye- mağazalarımızı kendimiz açtık. Bu da, düşük marjlarla iş yapmak ve rekabet avantajımızı korumak içindi.


Stratejik olarak tüm mağazalarımızı franchise yoluyla açıyor ve işletiyoruz. Yeni pazarlara girdiğimizde, özellikle Zara gibi büyük rakipler olmadığında, biz “kral” gibi oluyorduk. Türkiye’de de baktık ki satışlar iyi gidiyor, çok dükkân açtık. Ama tabii ki, Türkiye’de çok mağazamızın olmasının Türk oluşumuzla büyük ilgisi var. Mesela, İsak’ın abisi Nahman, tam Türk’tür, Türkiye’yi çok severdi ve daima kendi giderdi; Türkiye kısmına da o bakardı. Türkiye’yle bağımız halen çok sıcak… İki hafta önce İstanbul’a tatile gitme planı yaptık, maalesef Covid olunca iptal etmek zorunda kaldık.


Peki ya İsrail’le ilgili bağınız? Orada da azımsanmayacak sayıda mağazanız var…

İsrail’de dükkânı açtığımız gün İsak Rabin’i öldürdüler (4 Kasım 1995). İlk dükkânları Hamaşbir zincir mağazalarıyla açtık. İsak Hamaşbir’le çalışmak istedi. Aslında mağaza içinde değil de münferit (stand alone) açmamız lazımdı, çünkü satışlar beklediğimiz gibi gitmiyordu. Sonunda dükkânları aldık ve kendimiz yürüttük; her sene de para kaybettik. İsak Andiç üç memlekete bakmak istiyordu, yani benim bakmamı istemedi, Türkiye, İsrail ve Japonya. Ben de “be my guest” (buyrun) dedim.


İsrail’de para kazanmak zordur. Meşhur fıkrayı bilirsiniz: “İsrail’de milyar dolar yapmak istiyorsan 2 milyarla gitmen lazım…” Şimdi, güzel bir grupla -Fox grubuyla- çalışıyoruz… Daha doğrusu çalışıyorlar [gülüyor].


Çok ilginç… Sanki hala içindesiniz ama dışında olduğunuz gerçeğiyle Mango’yu anlatıyorsunuz. 70 yaşınızdasınız… Hayatınızın yarısından çoğu (38 sene) Mango’da geçmiş.

Evet evet… [kahkaha atıyor…] Gerçekten öyle. Bazen ben de öyle hissediyorum. Geçende bir rüya gördüm, hala Mango’da çalışıyorum, ama binaya giriş kartımı bulamıyorum. Onca sene sonra duygusal zihinsel bağ kopmuyor!


İsrail dediniz… Dediğim gibi, Fox grubuyla anlaştılar. Aslında franchise genişleme modeliyle başlamak çok avantajlı. İspanyolca’daki “Cabeza de Turco” (günah keçisi) deyimi buna tam uyuyor; franchise öğrenilecek her şeyi, kayıpları veya hataları önden deneyimleyecek bir günah keçisi olmuş oluyor. Yani, siz değil de başkası denemiş, test etmiş oluyor ve siz onun üzerinden işi öğrenmiş oluyorsunuz. Biraz bencilce gelebilir ama, dinamiklerini bilmediğiniz yabancı bir pazara, yerli bir firmayla girerek tanımış oluyorsunuz. O şirketle pazarı test ediyor, minimum riskle ilk denemeleri yapmış oluyorsunuz. Yani, sermayenizi değil, sadece markanızı riske atıyorsunuz. Tabii bu en iyi iş modeli olmayabilir, çünkü işin kontrolünü elinizden kaçırma riskiniz var. O yüzden bizim sağlam bir takımımız vardı, franchise mağazalarında Mango hissini ve görünüşünü muhafaza etmek için sık sık ziyaret ederdik.


Diğer yandan, yeterince kâr marjı varsa kesinlikle en iyi model, franchise yöntemidir. Birçok firma bu yöntemi uyguluyor. Indetex, İtalya’ya girişinde beş yıllık kontratla franchise ile başladı, işi öğrenince -işlerin iyi gitmesiyle de tabii- hakları satın alıp devraldı; aynısını Rusya’da, Kanada’da yaptı. Bizim Amerika’ya girişimizde de, ilk New York Soho’da kendimiz bir dükkân açarak başladık; ama sonra tüm dükkanları franchise ile açtık; Los Angeles, New York, Miami, Chicago, Houston, Boston, Dallas, San Francisco... hepsi franchise.


Peki, Mango’daki hayatınızı özlüyor musunuz? Ciddi hızlı bir çalışma temposundan seyahatlerden sonra ayrılmak ve yavaşlamak nasıl geldi?

Evet, çok hızlı bir tempo vardı. 110 ülkeye gittim, çok seyahat ettim. Mal alım döneminden yeni açılacağımız pazarlara kadar, hepsine ben giderdim. Mango’dan çıktıktan sonra çok yavaşladım diyemem; Alhokair, sonra Oxxo, Chakra, vs. çalışmalarımda aynı tempo devam etti. Pandemiyle beraber iki sene bir durgunluk yaşadım, ama şimdi yeniden başladım.


Liderlerde daima merak ettiğim bir soru… Profesyonel veya özel hayatınızda almakta en çok zorlandığınız karar neydi? Zorlayıcı kısmı neydi?

Mango’dan ayrılmaktı. Onca yıl sonra başka bir şirketle çalışmayı düşünmek bile zordu. Vermekte en çok zorlandığım karar diyebilirim. Mango benim için her şeydi; çok çalıştım ve benimmiş gibi sahiplendim. Fakat son zamanlarda çok baskı ve stres vardı, fikir ayrılıklarımız vardı. Bunları fırsata dönüştüremiyorduk. Bu da beni yoruyor ve canımı sıkıyordu. “Böyle devam edemez, etmemeli; bir şey yapmalı ve hayatıma bir değişim getirmeliyim; benim için iyi bir şey olabilir” dedim kendime. Tabii ki hiç de kolay olmadı, birçok gece uyuyamadım, kafamda tarttım biçtim…


Kararınızı vermek ne kadar sürenizi aldı?

Aşağı yukarı altı ay sürdü. Eskisi gibi işimizden ve iş yapışımızdan keyif almıyorduk. Mango’nun kuruluşundan ayrılmayı düşündüğüm günlere kadar tüm yaptıklarımızdan büyük keyif aldık; bizim için bir kum havuzunda oyun oynamak gibiydi (playing in the sand box). Ama son dönemde ne “oyun” ne de eğlence kalmıştı. Her şey zorlaştı. Kendini tekrar eden bir kısır döngü vardı. Dünya harikası koleksiyonlar çıkarmıyorduk, karar alma ve yönetim şeklimiz eskisi gibi değildi, “aile şirketi” yönetim yapısına doğru bir kayış vardı, daha da önemlisi Mango içinde rolümü ve varlığımı sorgulama noktasına gelmiştim. Yani, şartlar ve ortam beni çıkmaya itti. Çok keyifli 38 yıllık çalışma hayatını ve harika bir dostluğu tadında bırakma arzusu, Mango’ya olan sıkı sıkıya bağlılığımın yanında ağır bastı.


Şu anda Mango’yu nasıl görüyorsunuz?

Ben ayrıldıktan sonra işler pek iyi gitmedi. İsak yönetim takımına yanlış kişileri almıştı, yanlış kararlar vermişti. Benim yerime gelen kişi de bir sene sonra ayrıldı. Şu anda Mango çok iyi gidiyor, profesyoneller (CEO ve yönetim kurulu) tarafından yönetiliyor, kurumsallaşmaya doğru ilerliyor. Yeni projeleriyle de daha dinamik ve kapsayıcı bence. Mesela son dönemde He by Mango açıldı, Mango Kids, online Mango Home açtı, şimdi de Teens by Mango dükkanları açılıyor. Bu atılımlarından dolayı İsak’ı çok taktir ediyorum. Zaman zaman bana danışır, ben de ona fikir veririm. Yeni projeleri üzerine hep konuşuruz. Hatta eskisine göre beni daha çok dinler. Yani, Mango’dan çıkmış olsam da gönülden daima içindeyim…


Peki, bu yıllara ait en değerli bulduğunuz kazanım veya size kattığı şeyler nedir?

Biz işi, işte, yaparken öğrendik. Hiçbirimiz MBA mezunu değildik, ticareti el yordamıyla deneme yanılmayla yürüttük, her gün bir yenilik getirdik, anlık yenilikçi fikirler veya uygulamalar katarak MBA derslerinde “case study” niteliğinde vakalar yaşadık. Hiç unutmam, Balmes’teki depoda başladığım zaman İsak’ın babasının kalın siyah bir defteri vardı, her müşteriye ayrı sayfa ayırarak giriş çıkışları not alıyordu. “Neden bir dosya sistemi kurmuyoruz, her müşteri için ayrı dosya açarak arşivlemiyoruz?” demiştim. Sonra İsak’ın kuzeni geldi, dosyaları (yani müşterileri) numaralandırmayı önerdi.


Aslında biz yolculuk içinde ustalaştık; yolda ilerlerken öğreniyorduk, değerli kişilerin fikirleriyle daha da zenginleşiyorduk. Mesela, satış toplantılarımızı gittiğimiz şehirlerin en güzel otellerinde kral dairelerinde yapardık; koleksiyonu bir manken sunardı. Bu fikri de biri bize önermişti, çok beğendik uygulamaya koyduk. Yani, her gün yeni bir şey, fikir, yönetim biçimi öğreniyorduk ve hayata geçiriyorduk.


Franchise işine bakmanın sorumluluğunun yanında dünyayı görme, farklı kültürlerden insanlarla etkileşim içine girme, dünyayı tanıma fırsatı yakaladım. İlk Zaragosa’ya gittiğim zamanı hatırlıyorum… Barcelona’dan dışarı ilk çıkışımdı. “Woooow!” demiştim. Sonra Bilbao’ya, sonra San Sebastian’a; derken, her gittiğim yerde ayrı güzelliklerle karşılaştım, aynı coşkuyu hissettim. Gerçekten çok güzel işler yaptık, çok güzel işlere imza attım, her gün yeni şeyler öğrendim. Mango’yla bu yolculuğumda hayatımın her anlamında kendimi “Master” yapmış sayıyorum.


Franchise görüşmelerinde önden birkaç potansiyel müşteriyle toplantı ayarlardım, onlara da bunu açık açık söylerdim. Hatta başka müşteri yoksa da varmış gibi gösterirdim. Kuwait’e açılmaya karar verdiğimizde, ki bir Arap ülkesine ilk gidişimdi, komik bir şey oldu: Franchise görüşmesi yaptığım bir şirket beni bir AVM’ye götürdü; yeri güzeldi, şartları iyiydi… Ertesi gün diğer müşteri aynı AVM’ye götürünce AVM yetkililerine “Bakın ben hayat kadını değilim; her gün başka şirketle geldiğimi görüyorsunuz, ama en doğru seçimi ve ortaklığı yapma derdindeyim” dedim [gülerek anlatıyor].


Ve tabii ki farklı kültürlerden insanlarla iş yapınca öğrenme süreci de bazen şaşırtıcı oluyor. Suudi bir müşterimle toplantım olacaktı. O gün hasta olduğum için görüşmeyi evden yapmak üzere asistanımla birlikte evime davet ettim. Adam çok nazik bir beyefendiydi. Evime geldi, çocuklarımla tanıştırdım, karımla tanıştırdım. Eşimin yüzüne bile bakmadı, çok kaba buldum. Halbuki uzun zamandır tanıyordum ve anlamakta zorlanmıştım, “neden karımla böyle kaba davrandı” diye içimde düşünceler kıvranmıştı. Ayrılırken çocuklarıma hoşça kal dedi, ama eşime gene hiçbir şey söylemedi. Karımın da dikkatini çekti tabii, “bu adamın nesi var?” gibi bir şey sordu. Sonradan anladım ki, bana olan saygısından karımın yüzüne bakmamayı seçmişti. İlk başta şok edici derecede kaba gelse de, derinden bakınca ne kadar da saygılı bir davranış olduğunu anladım. Bu tip olayları yaşadıkça kültürel farklılıkları ve normları anlama, saygı duyma ve değerini görmeyi (appreciate) öğrendim.


Sizi dört yapraklı yoncaya benzetiyorum… Yahudi genleriniz, Türk kökleriniz, Amerikan eğitimi ve İspanyol yaşam biçimiyle birleşince, bu sizde nasıl bir farklılık yarattı?

Hımmm… Bence şirketin beyni İsak’tır. Henüz başlarda toptan alım ve satış yaptığımız zamanlarda, İsak reklam işi yapacak genç bir kızı işe aldı. Ben “bu kız ne yapacak burada, çok mı lazım, reklam yapacak halde miyiz?” demiştim. Oysa İsak her şeyin önündeydi, vizyon sahibi bir çoğumuzun görmediğini görüyordu. Çok basit ve pratikti. O zamanlar her hafta mal almaya Playa de Aro’ya giderdik; ufak bir arabamız vardı, Stock’tan pantolonları getirirdik. Bir sefer ben gidememiştim, bizden bir çocuk gitti ve polise yakalanıp 10.000 pesetalık cezayla geldi. Eyvah dedik, ne yapacağız şimdi diye düşünürken, İsak basit bir hesap yaparak konuyu anında çözmüştü: 500 pantolonun olduğu bir paketi 890 pesetaya satıyorken 900’e sat dedi; böylece iki kamyondan sonra cezamızı çıkardığımız gibi para da kazanmaya başlamıştık. Tehditleri fırsata çevirebilen bir bakış açısı vardı.


Son olarak gençlere, iş dünyasında yeni nesillere seslenecek, onlara tavsiye edeceğiniz nasıl bir mesajınız var?

Bence artık kural yok, her an her şey değişebiliyor, yeni şeyler çıkıyor. Gözlerini dört açmalı, etrafta olup bitenin farkında olmalılar. Oturup gözlemlemeli, yeni fikirlere algılarını açmalı, içinde barındıran potansiyeli görmeliler. Yeniliklere hazırlıklı olmalılar, “hayır canım…” demek yerine, yeniyi eskinin içine nasıl entegre edeceklerine kafa yormalılar. Her an yeni çıkan şeylere kapalı olmak veya tehdit gözüyle bakmak yerine, onları fırsata dönüştürebilecekleri gerçekler olarak görebilmeliler. Eskiden bu türden değişimler bu kadar hızlı değildi, ama son yıllarda çok hızlandı. Değişimin parçası olmak ve değişimin başlatıcısı olmak için gözlerini dört açmalılar (İspanyolca “abre suz ojos”).


Büyük dönüşümlerden geçiyoruz. Bir gün gelebiliyor, oyunun kuralları tümüyle değişebiliyor, ezberler bozuluyor, bildiğimiz tüm yöntemler işlevsiz kalabiliyor. Mesela, online perakende firması Shein ansızın çıktı ve hazır giyim sektöründeki tüm ezberleri bozdu. Bir zamanlar Primark vardı, çok ucuza sürümü vardı, ama şimdi bir sorun bakalım “Primark nerde?!?” diye, online satışı olmadığı için eski ratingini kaybetti. Eskiden GPS vardı, bugün akıllı telefonlardaki uygulamalar aynı işi görüyor; faks makinesi vardı, yok oldu. Bunların hiçbiri de çok eski zamanda kalmış değil. Sonuçta bildiğimiz, düşündüğümüz, öğrettiğimiz her şey çok kısa bir zaman sonra yanlış veya geçersiz olabiliyor.


Evet… Haklısınız. Benim üniversiteli gençlere öğrettiğim her şeyin yanlış olabileceği gibi… Düşündüğümüz her şey “tarihi geçmiş” durumda (outdated) olabilir… Teknolojide dile getirilen inanış gibi (pazara çıkan her yeni ürün aslında eskimiştir, çünkü yenisi yoldadır bile), sonuçta bizler de “eski kafalı” (old school) olduğumuz için düşündüğümüz, önerdiğimiz ve öğrettiğimiz her şey yeni şartları yakalamamışsa yanlış da olabilir.

Size, IYT ekibi ve tüm okurları adına, değerli vaktiniz ve bu çok keyifli söyleşimiz için sonsuz teşekkür ederim.







Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page