Uzunca bir tatildi benimki; yirmi gün Yunanistan’da gezindik. İlkin Atina’ya yarım saat mesafede, ufak bir sayfiye ve liman kenti olan, gün boyunca adalara sayısız feribotun kalktığı Rafina’da, sonrasında Leros adası ve tabi ki Atina’da kaldık.
Leros herhalde Bodrum’un kırk yıl önceki hali, doğal yapısını koruyor, çarpık bir yapılanmaya izin verilmemiş, denizi pırıl pırıl, insanın nerdeyse suyunu içesi geliyor. İlginçtir ki Türklerin keşfettiği bu adada tek bir İsraelliye rastlamadım. Türkiye’den kimi özel yatı, kimi de Turgut Reis üzerinden feribota binerek geliyor. İsraelliler Atina’nın alışveriş merkezi Ermou’da dükkanları boşaltıyorlar…
Tabi ki 37 derece sıcakta Akropolis’e tırmandığımızdan, kentin büyüleyici tarihi değerlerinden, Osmanlı-Yunan yapılarının yan yana yer aldığı Monastiraki meydanından ve Plaka’daki turistik mekanlardan uzun uzun söz etmeyeceğim. Amacım bir gezi yazısı yazmak değil.
Yine de Atina’da gezinirken büyük bir kasabadaymışım izlenimine kapıldığımı belirteyim. Alt yapısı, yol ve kentsel düzenleme açısından İsrael’den 30-40 yıl geri olduklarını söyleyebilirim. Zaten Yunanistan’ın ilk başkentinin 1829 yılında Nafplion, sonrasında da Siroz adası olduğunu, nüfusu topu topu 7.000 kişi olan Atina’nın Akropolis ve Yunan kültüründeki önemi nedeniyle Kral kararnamesiyle 1934 yılında başkent olarak seçildiğini duyunca pek şaşırmadım.
Bu tatilimde Rafina’da, açık hava sinemasında filim izlemek olanağını bile buldum. Büyükada açık hava sinemalarını anımsatması açısından nostaljik bir deneyim yaşadığımı söyleyebilirsem de “İzmir Sevgilim” adlı filim beni oldukça sarstı.
Grigoris Karantinakis’in yönettiği ve Mimi Dennisi’nin senaryosunu yazdığı, 1922 yılında İzmir’de yaşanan olayların dramatik bir öykü formatında aktarıldığı filimde İngilizce, Türkçe ve Yunanca konuşulmakta. Yunanistan sinema tarihinin en yüksek bütçeli filmi hakkında Google’da milliyetçi dozajı yüksek Türkçe kaynaklarda sert eleştirilere rastladım. Genelde devlet desteği ile çekilen bu filmin “skandal” nitelikte olduğu, tarihi gerçekleri saptırdığı, dünya kamuoyunu manipüle etmeye çalıştığı ifade edilmekte.
Bu yıl Türkiye’de “Mübadele”, Yunanistan’da “Etnik Rum Soykırımı” veya “Büyük Felaket” diye nitelendirilen, 1922 olaylarının yüzüncü yılı pek çok farklı etkinlikle anılacak. İngilizlerin kışkırtma ve desteğiyle Anadolu’yu işgal eden Rum ordusunun acımasız davrandığı, katliamlar gerçekleştirdiği tarihi bir gerçek. Ancak Pontus, Kapadokya, Ege ve Doğu Trakyalı 1,5-2 milyon arası Rum’un Anadolu topraklarındaki varlıklarının sonlandırıldığı da biliniyor.
Osmanlı’da din değiştirmeye zorlanan Pontus Rumlarının halen Karadeniz’de gizli gizli ibadetlerini sürdürdüğü yüze yakın köyün bulunduğunu canlı bir tanıktan dinledim.
Bu gezimde ne yazık ki Türkiye’de mesleklerini sürdürme olanağı kalmayan, kimi Sorbonne Üniversitesi’nde, kimi Berlin veya Atina’da öğretim üyeliği yapan bazı aydınlarla tanışma olanağını buldum. Türkiye kökenli, Rum yazar- araştırmacı 50 yıllık tanışıklığım olan bir gençlik arkadaşım ile her an beraber oldum. Tarihin okullarda okutulan resmi tarih olmadığını bir kez daha kavradım.
Türk Yahudileri gibi Rumlar da uzun yıllar geçmişleriyle yüzleşmekten kaçınmışlar. “Bizler Rum, Yahudi, Müslüman hep beraber din, dil, ırk farkı olmadan büyüdük” tekerlemesini hep söyleriz. Ne var ki, kendi içinde kapalı olan Yahudi toplumunun diğer azınlıklara da kapalı olduğunu, mozaiğin harcının hiçbir zaman tutmadığını söyleyebilirim.
Kommentare