top of page

KUDÜS GÜZELİ NETFLİX’te…








İbranice, İngilizce, Ladino, Türkçe ve Arapça konuşmalı, Sarit Yishai-Levi’nin “Kudüs Güzeli” adlı çok satan romanından uyarlanan dizinin 10 bölümden oluşan ilk sezonu 20 Mayıs’ta Netflix’te yayına girdi.

“The Beauty Queen of Jerusalem” dizisi, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu, İngiliz Mandası ve İsrail’in Bağımsızlık Savaşı zamanlarında Ermoza ailesinin Sefarad gelenekleriyle iç içe olan hikâyesini anlatıyor.

İsrail TV Akademi Ödülleri’nde dört ödül kazanan dizinin ikinci sezonunun prodüksiyonu Haziran ayında başlıyor.

İlişikte, Nelly Barokas’ın “Kudüs Güzeli” adlı romanın yazarı Sarit Yishai Levi ile gerçekleştirdiği söyleşiye yer veriyoruz.


SARIT YISHAI-LEVI ile Sefarad Kudüs’ten esintiler…

Sarit Yishai-Levi’nin “Malkat ha yofi şel Yeruşalayim” romanı “Kudüs Güzeli” adıyla Türkçeye kazandırıldı. Kudüs’teki Sefarad Yahudiliğinin geçmişine ışık tutan Levi’nin ilk romanını okurken bu toplumun, Türkiye Sefaradları ile ne denli benzerlikler taşıdığını görüyoruz.

Söyleşi/ Nelly BAROKAS


“Kudüs Güzeli”, 20. yüzyılın başlarından (Türklerin, daha sonra da İngiliz Mandası’nın yönetimi ve İsrail Devleti’nin kuruluşundan) 1970’lerin ilk yıllarına kadar olan zaman dilimi içerisinde, Kudüs şehrinin birkaç nesli kapsayan hikâyesi… Hikâyenin odağında ise Sefarad Ermoza Ailesi yer alıyor. Anlatıcı -“Şehrin Güzellik Kraliçesi” namına sahip ailenin en güzel kadını Luna’nın vahşi ve isyankâr kızı- Gabriela, ailenin sırlarını ve yalanlarını bir bir ortaya koyarken, bir yandan da aile bireylerinin zorluklar karşısında sergiledikleri içten gelen güçlerini bizlerle paylaşıyor.

Görünüşte Ermoza Ailesinin üzerinde bir lanet dolaşmaktadır; ailenin erkekleri yaşadıkları çok büyük aşklarından vaz geçip, sevmedikleri kadınlarla evlenmektedirler. Gabriela’nın büyük büyük babası Rafael, hiç ilgisini çekmeyen frijid Merkada ile hayatını birleştirir. Rafael’in zeki, yakışıklı oğlu Gabriel ise gizemli, mavi gözlü Aşkenaz bir kıza âşık olsa da, çirkin, cahil, yetim Rosa ile zorla evlendirilir. Ve nihayet Rosa’nın, Kudüs’ün bütün genç delikanlılarının ilgi odağı olan kızı Luna evlenmek için David’i seçer. Ancak David’in aklında yalnız, II. Dünya Savaşı’nda İtalya’da tanıştığı biricik aşkı vardır… Sarit Yishai-Levi kitabında, Kudüs’ün ve geçen yüzyıla ait tarihinin ilginç olaylarını zengin ve eğlenceli bir dille paylaşırken okuyucuyu keyifli bir yolculuğa çıkarıyor.




Gazetecilik, yazarlık, televizyon programı sunuculuğu ile birlikte tiyatro ve film oyunculuğu gibi farklı alanlarda çalıştınız. Kendinize en yakın hissettiğiniz meslek hangisi?

İlk gençlik yıllarımda tiyatro ve sinemada oyunculuk yapmıştım. Kısa bir deneme süresinden sonra bu mesleğin bana uygun olmadığını anladım ve bıraktım. Böylelikle uzun yıllardır bu cazip meslekle ilgilenmiyorum. Oyunculuğu bırakmamın ardından gazeteciliğe başladım; gazeteci olarak televizyonda program yönetmenliği ve sunuculuğu yaptım. “Kudüs Güzeli” adlı kitabımın yayınlanmasının ve olağanüstü bir ilgi ile karşılanmasının ardından bugün artık yazar olarak çalışmayı tercih ediyor, 2016’nın sonbaharında yayınlanmasını umduğum ikinci romanım üzerinde çalışıyorum.

İlk romanınız olan “Kudüs Güzeli” 2014 yılında “Yayıncılar Birliği Altın ve Platin Ödülleri”ni ve yine aynı sene yılın en çok satan kitabı olarak “Steimatzky Ödülü”nü aldı. Bunu bekliyor muydunuz?

Tabii ki hiç beklemiyordum. Kitabın böylesi başarısı beni çok şaşırttı. Bu, yazdığım ilk roman; yayınlarken gerçekten çok korkuyordum. İsrail’de her ay onlarca yeni kitap yayınlanır. Ben kendime sürekli “Benim kitabımı niçin satın alsınlar ki?” sorusunu soruyordum. Oysa inanılmaz bir şey oldu, kitap on gün içinde çok satanlar listesine girdi, raflara çıkmasından iki yıl gibi bir süre geçtiği halde bugün bile halen çok satanlar listesinde yer alıyor. Kazandığım ödüller, okurların sevgisi, bana gönderilen mektuplar, konferanslara davet edilmem… Bunların hepsi Tanrı’nın bana bir hediyesi, hepsi büyük bir mucizenin sonucu.

Gezi ve biyografi yazarı olarak biliniyorsunuz, özellikle niçin bu konular?

Hayatımda yazmanın dışında en büyük tutkum gezi ve seyahatlere çıkmak… Tüm gelirimi dünya çapında çıktığım seyahatlere harcıyorum. Bu bağlamda en sevdiğim ülkelerden biri Türkiye. Çok güzel ülkenize kaç kez gittiğimi artık saymaktan vazgeçtim. Sadece Antalya, Bodrum, Fethiye gibi tatil köylerinden değil, müthiş bir kent olan İstanbul, dünyada bir eşi daha olmayan Kapadokya, deniz kıyısındaki güzel kent İzmir’den de söz ediyorum. İsrail dâhilinde de gezilere çıkıyor, dünyanın farklı ülkelerine seyahat ediyor bu deneyimlerimi de okurlarla paylaşmaktan büyük zevk alıyorum. Biyografi yazmaya gelince, bunun sebebi insanları çok seviyor olmam. Yazdığım her biyografi, İsrail tarihinde onurlu bir yer edinmiş değerli kişilerin yaşamlarına 15 doğru çıktığım bir yolculuktu. İnsan sevgim “Kudüs Güzeli” kitabımda da ortaya çıkıyor, şöyle ki Eretz İsrael’de Osmanlı İmparatorluğu döneminde, İngiliz Mandası altında, bağımsızlık savaşı sırasında ve ülkenin ilk kuruluş yıllarında cereyan eden tarihi olayları roman kahramanlarımın yaşam öyküleri ile harmanlıyorum.

Bir yorumda “Kudüs Güzeli” için, Amos Oz’un, ailesinin 120 yıllık tarihini anlattığı “A Tale of Love and Darkness – Aşk ve Karanlık” adlı kitabının Sefarad versiyonu olarak bahsedilmiş…

Amos Oz ile kıyaslanmam benim için büyük bir lütuf oldu. Benim en çok takdir ettiğim yazarlardan biridir. “A Tale of Love and Darkness – Aşk ve Karanlık” diğer kitapları arasında en sevdiğim eseridir.

Yedi kuşaktır Kudüs’te yaşayan Sefarad bir ailenin bir üyesi olarak kökleriniz ile romanınızdaki karakterler ve olaylarla paralellik kurabilir miyiz? Yoksa romandaki gelişmeler hayali miydi?

Her yazarın, eserine biraz da kendi yaşamını taşıdığını düşünüyorum. Ailemde cereyan etmiş olaylardan ve kişilerden esinlendiğimi açık yüreklilikle söyleyebilirim. Ancak, romandaki karakterlerin çoğu benim hayal ürünümün eseridir.

Almış olduğunuz Sefarad kültürü yaşamınızı nasıl etkiledi; bu kültürü çocuklarınıza aktarabildiniz mi?

Ben tipik bir İsrail evinde büyüdüm. Ebeveynim ülkede “Palmah nesli” olarak adlandırılan gruba aittir. Bu nesil İsrail Devleti’ni kuran nesildir. Evde büyükanne ve büyükbabalarımla dahi İbranice konuştuğumuz için kitabı yazmaya başladığım döneme dek Ladino konuşmadım. Tam anlamıyla İsrailli diyeceğimiz, bir Yahudi devleti kurulmuş olmasının mutluluğunu yaşayan, en önemli bayramının Bağımsızlık Bayramı olduğu bir ailede büyüdüm. “Kudüs Güzeli” kitabını yazmaya başlayana dek Sefarad kültürüne ne denli bağlı olduğumun farkında değildim. Askerlik görevim tamamlandığında, 20 yaşındayken Kudüs’ü terk ettim, o günden beri Tel Aviv’de yaşıyorum.

İlk romanımı yazmaya başladığımda, bir de baktım ki Kudüs’ü yazıyorum; evde Ladino konuşan Kudüslü Sefarad bir aileyi yazıyorum, aklıma birçok sözcük ve deyim üşüşüyor, kulaklarıma bazı tanıdık tınılar, burnuma aşina kokular, damağıma bildik lezzetler ulaşıyor. Tüm bunlar yıllardır içimdeydi ve ben farkında değildim. Peş peşe adeta bir yanardağdan püsküren lavlar gibi ortaya çıktılar. Ancak, Sefarad Yahudilerinin gelenekleri üzerine yazabilmem için aile dostumuz Ben Tsion Nahmias’ın kitabına, romanımda yer alan Ladino sözcük ve cümleler için de teyzem Miryam Nahum’a başvurdum. Ne yazık ki çocuklarım giderek yok olmaya yüz tutan bu kültüre bağlı değiller. Şimdilerde bu kültürü korumak adına elimden geleni yapıyor, konferanslara katılıyor, yeniden canlandırmak umuduyla sürekli bundan söz ediyorum. Çünkü Sefarad kültürü çok köklü ve çok özel bir kültür. Üniversitelerde bu lisanın ve kültürün öğretiliyor, araştırılıyor olmasından büyük mutluluk duyuyorum.

1947 yılında dünyaya geldiniz ve bir ülkenin -İsrail’in- tarihine tanıklık ediyorsunuz. Gerek çocukluk gerekse yeni yetme çağlarınızda kitabınızda konu ettiğiniz Sefarad ve Aşkenaz kimlik çatışmalarına maruz kaldınız mı? Bugün artık hissedilmese de geçmişteki bu “kültür çatışması”nı nasıl yorumluyorsunuz?

Hiçbir zaman bu konuda mağdur olmadım. Sefarad Yahudilerinin ülkemizde özel bir konumu var. Ülkemizde çok eskilerden beri varlığını sürdürmüş, elitist olarak adlandırabileceğimiz bir toplum söz konusu. Judeo Espanyol lisanında konuşan Sefarad toplumu ile çoğunluğu Arap ülkelerinden göç etmiş ve bu statülerinden dolayı ülkede acı çekip aşağılanmış “Mizrahim” (Doğulular) olarak adlandırılan topluluk arasında fark var.

Kitabınızın ana temalarından biri Sefarad – Aşkenaz kültür çatışması ise, diğeri de o dönemin kadın’ının gerek aile içerisinde, gerekse ülkenin kuruluş ve gelişme aşamasındaki yeri ve rolü. Bu konudaki fikirlerinizi, şahsi deneyimlerinizi de irdeleyerek paylaşabilir misiniz?

Romandaki Sefarad Gabriel ile Aşkenaz Rohel arasındaki aşkın, 20. yüzyıl başlarında yaşanmış olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. O dönemde Sefaradlar birkaç nesildir Kudüs’te yaşıyordu, çoğunluğu zengin, eğitimli, iş, güç, dükkân sahibi kişilerdi, aralarında avukatlar, öğretmenler, yazarlar, yayıncılar vardı. O yıllarda Kudüs’e gelen Aşkenazların çoğunluğu fakir yeşiva öğrencileri, dindar, cahil ve bir mesleği olmayan kişilerdi. O topraklarda yaşayan Sefaradlardan çok farklıydılar, Sefaradlar Aşkenazların kendilerine uygun olmadığını düşünüyor, onları dışlıyorlardı. Ayrıca Sefaradlar kimliklerini korumak ve çoğalmak adına evlilikleri kendi toplumları içinde yapmaya özen gösteriyor, farklı etnik gruplarla karışmaktan kaçınıyorlardı. Bu durum sadece Aşkenazlar için değil aynı zamanda o dönemde o topraklarda yaşamakta olan Mağrepli, Yemenli Yahudiler için de söz konusuydu.

Aşkenazlar ve diğer etnik Yahudi grupları ile evlenme “yasağı”nın İkinci Dünya Savaşı’na dek devam ettiğini düşünüyorum. Babamların kuşağında artık karışık evlilikler vardı, benim kuşağımda ise artık böyle bir ayrımcılık söz konusu değil. Ben iki kez evlendim, her iki eşim de Aşkenaz Yahudisiydi. İnsanlar artık rastlaşıyor, âşık oluyor, ortak değerlere ve zevklere sahiplerse, kimyaları tutarsa evleniyorlar. Artık küresel bir dünyada yaşıyoruz; insanların kökenleri, karşılaşıp birbirlerini sevmelerine bir engel oluşturmuyor. Aşkın ne köken, ne de dini farklılıklarda sınırlandırılabileceğini düşünmüyorum. Kadının konumu konusuna gelince, İsrail’in kuruluşundan günümüze dek geçen 68 yılda kadın hakları konusunda çok ilerleme kaydedildi. Ancak daha önümüzde kat edilecek uzun bir yol var. Kadınlar ülke kuruluşunda fiilen rol aldılar, Bağımsızlık Savaşı’nda erkeklerle omuz omuza çarpıştılar. Ülkenin kuruluşundan sonra da kadınların erkekler gibi askerlik görevlerini yerine getirmeleri zorunluluğu kanunla belirlendi.

İsrail kadınları her alanda büyük başarılara imza attılar, bir kadın başbakanımız oldu, geçmişte ve günümüzde birçok kadın milletvekili ve bakan siyasi alanda görev yaptı ve yapıyor, bilim kadınlarımız var, hatta aralarından biri birkaç yıl önce Nobel Ödülü’nü kazandı, büyük şirket ve holdingleri, bankaları yöneten kadınlarımız var. Buna rağmen erkeklerin çıkarlarına olan bir ayrımcılık söz konusu, bu ayrımcılık en çok kadın ve erkeklerin maaşlarında belirgin olarak ortaya çıkıyor. Ben hiçbir zaman kendi eşitim olan bir erkekten daha az maaş almadım, ancak genele bakıldığında ben istisna sayılırım. İsrail’de halen kadınlar konusunda bağnazca düşünenler, dindar Yahudilerde kadının ancak evinde saygınlık kazanacağına ilişkin inançlar var. Fakat aşırı dindar kesimde (Haridim) bile, yavaş yavaş değişimin başladığına, kadınların sadece kadınlara özel eğitim kurumlarında öğrenim görüp ileri teknoloji, dindar medya alanlarında çalıştıklarına, dindar kesimde halkla ilişkiler şirketleri kurduklarına hatta inşaat şirketleri yönettiklerine tanık oluyoruz. Kim bilir? Belki de kadın haklarının geleceği hakkında umutlu olmamız gerekiyor.

Son olarak; gazeteci Sarit Yishai Levi, yazar Sarit Yishai-Levi’yle bir söyleşi yapsaydı özellikle hangi soruyu sorardı ve cevabı ne olurdu?

“İlk romanını yazmak için niçin bu kadar uzun zaman bekledin?” sorusunu sorar şu yanıtı verirdim: Çünkü zamanı o zamandı. Eğer “Kudüs Güzeli”ni on, yirmi belki de otuz yıl önce yazmış olsaydım tamamen farklı bir roman olurdu. Sanırım kitabı yazmaya hazır olmam, hiç beklemediğim muazzam başarısı karşısında kafamın karışmaması ve ayaklarımın sağlamca yere basması için yeterince yetişkin olmam gerekiyordu. Kadınların artık emekliye ayrıldıkları bir yaşta bu denli bir başarıya ulaşmamın tüm kadınlara bir mesaj içerdiği kanısındayım. Başarının ve hayatta değişiklik yapmanın yaşı yoktur, her yaşta başarılı olmak ve değişmek mümkün. Eğer içinde bir şeyleri yapmak, değiştirmek, söylemek tutkusu varsa bunu yap, bu dünyada bir iz bırakma fırsatını kendine tanı. Ve bana inan ki, televizyon reklamlarında aklımıza kazınmaya çalışıldığı gibi bu dünya sadece gençlere ait değildir. Dünya, sunduğu olanakları iki eli ile almaya hazır olan her birimizindir.



SARIT YISHAI LEVI

Gazeteci ve yazar Sarit Yishai-Levi, 1947’de Kudüs’te yedi kuşaktır bu kentte yaşayan Sefarad bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Nissan Nativ Acting Studio’da, daha sonra da Tel Aviv Üniversitesi’nde okudu. Yishai-Levi gazeteciliğe dönmeden önce birkaç yıl tiyatro oyunlarında ve bazı filmlerde rol aldı. Gezi ve biyografi yazarı, televizyon programı sunucusu Sarit Yishai-Levi’nin ilk romanı olan Kudüs Güzeli, 2014 yılında Yayıncılar Birliği Altın ve Platin ödüllerini ve yine aynı sene yılın en çok satan kitabı olarak Steimatzky Ödülü’nü aldı.

Kaynakça/ Şalom Dergi -Sayı 51 -Aralık 2015














Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page