top of page

Kenan Çamurcu yazdı: “7 Ekim’de olanlar” Müslüman vicdanda neden ahlakî kriz yaratamadı?

Hamas’ın Gazze lideri Yahya Sinvar’ın, örgütün Katar kadrosundan bile gizleyerek 7 Ekim’de İsrail’de gerçekleştirdiği eyleme cevaben Netanyahu’nun Gazze’yi haritadan silecek askerî harekâtı başlatmasının yıldönümüydü. Bir haber kanalında uluslararası siyaset akademisyeni unvanıyla konuşan şahıs, Hamas militanlarının Gazze’ye sınır İsrail köylerinde gerçekleştirdiği masif kıyım, kırım ve katliam için “7 Ekim’de olanlar” tabirini kullanmayı tercih etti. Buna mukabil konuşması boyunca İsrail-Hamas savaşının takdimi için Yahudiler aleyhinde inşa edilmiş makbul, ilişik, popüler antisemitik dilin tüm öğelerine coşkuyla resmi geçit yaptırdığını hatırlatalım. Belki de Gazzelilerin, İsrail’e ani baskında kaydettikleri dehşet verici görüntülerin, Netanyahu’nun Gazze’de yürüttüğü orantısız, aşırı ve yıkıcı şiddeti anlaşılır kılmasından çekinmiştir.

 

Zizek, Hamas’ın 7 Ekim saldırısını kınayıp vakaya “pogrom”, yani “kitlesel kıyım” dediği konuşmasında, bu saldırının, antisemitizmin küresel çapta yükselmesine ve kalıcı hale gelmesine yol açacağından korktuğunu söylemişti. Saldırının Müslümanlıkta da antisemitizmi tahkim ettiği açıkça görülüyor. Müslümanlar, İsa’nın Yahudi olduğunu unutturacak çapta dinsel/kültürel edebiyat üretmiş Avrupalı antisemitizmin, semitik İslam Peygamberini de bu vesileyle aradan çıkardığını idrak edemeyecek kadar nefret dolu. Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters’ın, “Süleyman’ın mührü” olarak da bilinen “Davud yıldızı” için “En nefret ettiğim simge” demesini avuçlarını patlatarak alkışlayacak denli şuursuz öfkeli. 

 

Yahudilerin Allah tarafından lanetlendiğine dair tuhaf ve bâtıl bir inanca sahip Müslümanlık, Yahudileri kendilerininkinden farklı bir Tanrının yarattığına inanıyor adeta. Antik Yunan’dan kopya itikat. Faraza, Tanrılar kapışmasında onların Tanrısı, öteki Tanrının varettiği bir millete öfke duyuyor. Fakat bunun metafizik hezeyanla kalmadığını, Tanrının lanetini ayrım gözetmeksizin tüm Yahudilere ölüme dönüştürme taammüdünü beslediğini unutmayalım. Düşman bildiğini öldürme hakkı tanımlayan IŞİD’in karanlık evreni yani.

 

Hani İslam’ın hoşgörüsüne böbürlenilerek verilen örnekti: Peygamber önünden geçen cenazeye ayağa kalktığında “Ama o Yahudi” demişlerdi de “İnsan değil mi?” cevabını vermişti. (Müslim 961). Hatta Peygamber, Yahudi’nin cenazesi geçerken ayağa kalkmış, gözden kaybolana kadar da ayakta durmuştu. (Nesai 1927). 

Epey bir zamandır kendini müesses Müslümanlığın içinde görmeyen bu satırların yazarı, asıl meseleyi, ahlaktan firar ve irtidat etmiş politik mütedeyyinliğin, yani muhafazakâr ve mukaddesatçı kimliğin tarihsel-ideolojik şeceresinde aramak gerektiğini düşünüyor.

 

Savaşın yarattığı utanç ve felaketten hissesine fazlasıyla pay düşmüş Gazze’de yaşananları görünür hale getiren medyatik kampanya, vicdanî saikten ziyade meselenin İsrail tarafında “7 Ekim’de olanlar”ı görünmez kılmaya dönük şaibeli bir amaçla motive oluyor belli ki. Batılı ülkelerin sokaklarında vandalizm, kabadayılık ve tedhişle kendini ifade etmeyi seçmiş “Filistin’e destek” nümayişlerinin antisemitik husumetle bariz ilişkisini kanıtlayan sayısız alamet ve kanıtın da gösterdiği gibi.

 

Ne feci olduğuyla ilgilenmeksizin başka hiçbir kıyım, kırım, katliam için sokağa çıkmayan Avrupalıların, Filistin pankartı altında coşkuyla Müslümanların arasına karıştığı gösterileri vicdanın şahlanmasına delil göstermek yersiz. Çeşitli araştırmaların kaydettiği gibi son beş yılda Avrupa’da Yahudi düşmanlığı Hitler dönemindeki seviyeye yaklaştı. AB Temel Haklar Ajansı’nın 16 Avrupa ülkesinde yaptığı araştırma Gazze’nin bahane olduğunu doğruluyor. Aslında Araplar başta olmak üzere Müslüman topluluklara yönelik nefret örnekleri de artışta. Ama Müslümanlar, Gazze olayına tepki gibi kamuflajlarla ırkçılarla işbirliği yapıp öfkeyi Yahudilere yönelterek aradan sıyrılmaya çalışıyor. Ahlaksızca tabii ki.

 

Gazze krizinin durduk yere başladığına ilişkin geriye doğru gerçek dışı bir öykü yazılmasına odaklananların yok saydığı İsraillilerin 7 Ekim’ine dönüp bakarken, faciayı sayısallaştırmak insanlık namına iyi bir şey olmamasına rağmen, Yahudi etnografyasına husumetle ihmal edilen “olanlar”ın anlaşılabilmesi için mecburen bazı bilgilere bakmalıyız.

 

7 Ekim 2023 Cumartesi günü, İsrail tatildeyken, Hamas’ın silahlı gücü İzzettin Kassam Tugayları’nın sabahın erken saatlerinde İsrail’in çeşitli şehirlerine 4 binin üzerinde roket fırlattığı, paramotorlarla havadan ve yerden Gazze sınırındaki 21 yerleşim birimine saldırdığı, saldırıya 3800 militanın katıldığı ve 120 civarında noktada tahrip edilen bariyerlerden İsrail’e yaklaşık 6 bin Gazzelinin girdiği ve diğer malumattan herkes haberdardır. Müslüman idrakin bilmediği ve bilmek de istemediği ise rastgele ve hedef gözetmeksizin düzenlenen bu saldırılar sırasında evlerinde yürüyemeyecek durumdaki yaşlılar, çocuklar, kadınlar, yolda aracıyla seyir halindeki aileler, sokaklardaki kız ve erkek gençler, bir konser alanındaki kalabalık olmak üzere 1200 savunmasız sivilin infaz edildiği. Aralarında 10 aylık bebek ve 5 yaşında çocuk da bulunan 250 kişinin rehin alınıp Gazze’ye kaçırıldığı ve bunlara “esir” dendiği. Bu acaiplikten kaçınmaya çalışan ana akım medya ise “esir takası” cümlelerinde anonim olarak geçiriyor rehine çocukları. Konser alanında öldürülen ve çıplak bedeni bir kamyonetin kasasında tekbirler eşliğinde ve sıradan insanların sevinç gösterileri arasında Gazze sokaklarında dolaştırılan Shani Louk, saldırının simgesi oldu. Benzer başka örnekler de vardı ve teşhir edilen cesetlere muamele, zıvanadan çıkmış radikalizmin aleni tezahüratı hariç, çoğunlukla örtbas edilmeye çalışıldı.

 

Adları, ele geçirilen kadınlara tecavüz, darp, erkeklere kötü muamele ve işkence ile anılan İzzettin Kassam Tugayları’nın savaşçı personeli, Suriye’deki savaşta IŞİD’e katılmış ve eğitimli katil olarak örgütte istihdam edilmiş Gazzelilerden oluşuyor. Maaşlarını Hamenei’nin ofisinden aldılar ve Hizbullah tarafından eğitildiler. Hatta Gazze’ye dönerken yanlarında Ezidi kölelerini de getirmişlerdi. 8 yaşında esir/köle yapılan Meryem onlardan biriydi mesela

Formun Altı

İsrailliler, ilk günlerde Hamas’ın 7 Ekim saldırısına ilişkin görüntüleri yayınlamaktan kaçındığı için örgütten ve taraftarlarından gelen tepki bu haberlerin yalan olduğu şeklindeydi. Fakat zamanla videolar yayınlanmaya başlayınca, Katar’da “itibardan tasarruf olmaz” şiarıyla beş yıldızlı hayattan taviz vermeyen Hamas liderlerinden dolar milyarderi Meşal, “savaşta bunlar oluyor” demek zorunda kaldı. Gazi Hamad da “sivil nüfus bölgenin parçası, sahada komplikasyon oluyor” diyerek “7 Ekim’de olanlar”ı kabul etti. Fakat yeni Aksa Tufanlarıyla İsrail’e saldıracaklarını, yani yine 10 aylık bebekleri rehin alıp savaş başlatacaklarını rahatlıkla söyleyebildi. Yine Hamas’ın konforlu Katar kadrosundan Halil el Hayya, Hamas militanlarının 7 Ekim’deki dehşet verici katliamını ve bazı naaşların Gazze sokaklarında tekbirler eşliğinde dolaştırılıp teşhir edilmesini önemsiz hata gösterebildi

 

Sinvar’ın, Gazzelilerin başına geleceklere kayıtsız, İsrail’e Pearl Harbor benzeri baskın yapıp yaşlı, genç, çocuk demeden hem öldürüp hem de rehin almasına cevaben Netanyahu’nun Gazze’de yaptığı kıyıma Meşal’in yorumundaki umursamazlık rahatsız edici bulunmalıydı, ama ahlaktan firar ve irtidat etmiş Müslümanlıklar bulmadı. Dedi ki, “Özgürlük bedelsiz kazanılmıyor. Sovyetlerin kaybı 30 milyondu, Vietnam 3.5 milyon, Cezayir de 6 milyon.” Sunucunun “Hamas sivilleri öldürür ve rehin alırken destek görmeyi nasıl beklersiniz?” sorusuna da cevabı şuydu: “Kassam askerlere odaklanmış durumda. Fakat savaşlarda sivil kurbanlar da olabiliyor. Bunun sorumlusu biz değiliz.” 

 

Doğrudur, Aralık 2023’te yapılan bir araştırmaya göre Gazzelilerin %72’si 7 Ekim saldırısını destekliyordu. Ama %22 de reddediyordu. Gazzelilerin hepsinin Meşal için ölmeye hazır olmadığını özellikle yansıtmıyor İslamcı medya. Çünkü Filistin endüstrisinde makbul mazlumluk var. “Direniş [Hamas] neden halkın arasında saklanıyor, gitsin cehennemde saklansın” dediği anda el-Cezire’nin mikrofondan aldığı Gazzeli ihtiyar, mazlum kategorisine girmiyor mesela.

 

Müslümanlıkların akıl yürütme biçimi tam bir cinnet hali: Hamas, gayri İslami ve gayri insani biçimde 10 aylık bebek dahil yaşlı, kadın, silahsız (hatta belki çoğu Netanyahu’nun Likud’una muhalif) insanları öldürdüğü ve rehin aldığı halde “Bir masumu öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” hükmü (Maide 32) Netanyahu için geçerli. Müslümanlar ise bundan muaf. İslam ahlakının iftiharı ve mükemmellik seviyesi olarak selamlanan İzzetbegovç’in ünlü sözü, “Düşman, bizim öğretmenimiz olamaz. Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir” vecizesi muhafazakâr için duvara asılacak aksesuardan ibaret.

 

Bir Hamaslı varsa etrafında bin sivil de olsa İsrail’in vurmaktan çekinmediğini güçlü bir dayanak olarak tekrarlayan Hamas liderleri, kendileri de aynısını yaptığı halde bu çelişkiyi hiç dert etmiyor, “Savaşlarda sivil kurbanlar olabiliyor, sorumlusu biz değiliz” deyip işin içinden sıyrılıyorlar. Öyleyse neden İsrail haksız ama Hamas haklı?

 

Mevzuyu Netanyahu’nun kaç Gazzeliyi öldürdüğü başlığı altında ele alırsak Hamas’ın da elindeki silah gücüyle öldürebildiği İsrailli sayısıyla oransal mukayese yapmak gerekir. Hamas’ın Netanyahu kadar imkânı olsa aynı sayıya tereddütsüz ulaşırdı. Dolayısıyla İhvancı Yahudi karşıtlığında taraftar olunacak hiçbir başlığın meşruiyeti yok. Âdil, hakkaniyetli, insaniyet namına ve ahlaklı olunacaksa savaşın ortasında dahi muhakemeyi bırakmamak gerek. Hamasçılık yapmayı haklı gösteren eşik, 40 bin yerine 1200 can alması mı? Mesele sayı mı?

 

Bu yazı, Gazzelilerin yaşadığı felaketi İsraillilerin yaşadığı felaketle yarıştırmak gibi bir hissizlikle ilgilenmediği için tarafların propagandasına bağışık. Ama tüm metinlerinde “İslam’ın savaş ahlakı”nı en şiirsel övgülerle anlatmaya ve Garbın bu konuda Müslümanlıkla asla rekabet edemeyeceği iddiasını haykırmaya bayılan bir kültürün, nasıl olup da 7 Ekim’de Hamaslı militanların İsrailli yaşlı, kadın, çocuk önüne kim geldiyse hedef alarak sergilediği tarifsiz vahşeti anlayışla karşıladığını sormalıyız. İçinde var oldukları ekonomik, siyasi ve sosyal habitat nedeniyle ahlaka değil, orada egemen dil, üslup, klişe ve sloganlara tâbi olanlardan ahlaka ve ilkeye bağlılık beklemek tabii ki beyhude.

Ahlaktan irtidat etmiş Müslümanlık(lar); Hamas, Hizbullah, Husiler ve Hamenei rejimi İsrail’e rastgele yüzlerce füze gönderdiğinde o füzelerin masumları öldürmesini dert etmiyor, ama aynısını Netanyahu yaptığında katliam, soykırım, cinayet, katil ve benzeri tahkir ve ithamlardan oluşan katalog yakıştırmaları sıralamaya başlıyor.

 

Filistin meselesinde muhtelif motivasyonlar var. Mesela İran’da müesses nizama akredite muhalif Pezeşkiyan’ın müsekkin reformlarına dahi geçit vermemek için Devrim Muhafızlarının ülkede savaş koşulu ve olağanüstü hal yaratmaya çalışması gibi. Bu sayede ülke içinde siyasal mühendislik yürütülebiliyor, özgürlük ve hak talepleri “siyonistlerin uzantıları” suçlamasıyla bastırılabiliyor. Türkiye’de bunlara ilaveten, hatta ondan da öncelikli akçeli gerekçeler var ki politik mütedeyyinliğin en sevdiği iş koludur. Hükümetler ve onların sivil toplum içindeki aparatları öfkeyi sürekli harlayarak insanların muhakemesini mühürlüyor. Gazze’ye gidip mücadeleye katılmayı gözleri almadığı için kafelerde kadınlara ve çocuklara saldırarak cihada katıldığını varsayan ve görevi yerine getirme duygusunu ziyadesiyle tatmin edenler işte bu mühürlenmişler.

 

12 Eylül darbesinin ağır havası devam ederken 1985’te İstanbul’da valilik izin vermeyince İzmit’te yapılmasını teklif ettiğim Filistin Mitingi, İslamcı grupların darbe sonrasındaki ilk gösterisiydi. MSP’nin 6 Eylül 1980’de Konya’da düzenlediği ve Evren’in her defasında darbenin gerekçeleri arasında saydığı Kudüs Mitingi’nin travmasının rejim tarafından henüz atlatılamadığı günlerdi. Bu koşulda ateşten gömlek olan tertip komitesi başkanlığını üstlendiğim mitingte konuşmama “İki kıblemiz de işgal altında” diye başlamıştım. Saçma, temelsiz, tuhaf bir çıkıştı. Bunu anlamamın kısa sürmediğini itiraf edeceğim. Fakat hakikat aramaktan vazgeçmememin ödülü olarak sonunda ben özgürleştim ama bu bâtıl ezberde devam eden ve hakikati merak etmeyen milyonlar var hâlâ. Bu şuursuz öforiye katkıda bulunduğum için tabii ki suçlu hissediyorum ve hakikatin anlaşılmasına çaba göstererek kabahatimi affettireceğimi umuyorum.

 

Taraftar tribününde yeralınca anlama çabası sona erer ve oradan sonrası hep propagandadır. Filistin’de Arap olmayan, ama Araplaşmış (muarreb) halkın, 1929’da yerli ve göçmen Yahudilere Hebron’da (el-Halil) yaptığı antisemitik katliamın ilk olay olduğunu ve zaman içinde işin, el-Hüseyni’nin Nazi tugayı kurmasına kadar vardığını bilmek ipin ucunu tutmayı sağlayabilir.

 

Teoride daha sarsıcı olanı var: Şam’dan Medine’ye yönelen saldırı ve işgal hamlesine önleyici tedbir alıp Bizans sınırına kadar giden Peygamber hiçbir zaman Kudüs’ü ve (Süleyman Mabedini) fethedip ele geçirme planı yapmadı, “Kudüs İslam’ın” da demedi. Peygamber, Kudüs Bizans’ın siyasî yönetiminde ve Yahudilerin dinî idaresinde olduğu sırada Beytu’l-Makdis’i, Mescid-i Haram’ın hizasında kutsal mekân ilan etti. O sırada Yahudilerle Medine’yi ortak vatan yapan anlaşmayı (Medine Vesikası) imzalıyordu. Çünkü hegemonik ve fetihçi heves onun vazettiği prensiplere temelden aykırıdır. Fetihçi zamane Müslümanlığı da aşırı sağcılığın İslamileştirilmiş halidir. Medine’deki Yahudilerin tamamını etnik arındırmayla şehirden süren ve Kudüs’ü fetheden, ikinci halife Ömer b. Hattab’tır. Üstelik yer yokmuş gibi tam da Yahudilerin kıblesi Süleyman Mabedi’nin kalıntıları üzerine bir cami yaparak egemenliğini tescillemiştir.

 

Kur’an’da ve Peygamber’e ait sahih sözlerde Kudüs’ün İslam’a ait olduğuna ilişkin en küçük bir ima yoktur. Tarihin bir döneminde Müslümanların ele geçirmiş olması Kudüs’ü temellük için meşru sebep sayılmaz. Müslümanlar, Emin el-Hüseyni’nin liderliğinde Yahudileri toprağa sokmamak için Hitler’e asker yazılacağına ikibin yıllık sürgünden dönen kuzenleri Yahudilerle İngiliz işgaline karşı birlik olup Peygamber’in Medine Vesikası mirasını ihya etmeliydiler. Peygamber’in Medine modelini bırakıp Faşizmle işbirliği yapmak, geriye övünülecek miras mı bıraktı? Siyasi kampanyalar esnasında söylenegelen “… düşerse Kudüs düşer” sloganı, ilkeye bağlılıktan firar etmiş ve faşizme asker yazılmış İhvancı zihniyetin hâlâ devam ettiğinin kanıtıdır.

 

Politik doğruculuğun hiç zamanı değil. 2007’de darbeyle Gazze’nin yönetimine el koyan ve İsrail’in planını uygulayıp Gazze’yi Batı Şeria’dan koparan Hamas’ın istibdat rejiminde muhalifler örgüt tarafından hep “hain” olarak damgalandı ve infaz edilip sokaklarda sürüklenerek teşhir edildi. 17 senedir Gazzelilerin irade beyanına izin vermeyen, muhalif hiçbir parti, örgüt ve sese hayat hakkı tanımayan, İhvancılığın en zorba şubesi Hamas, Filistin’e nasıl bir gelecek vadedebilir ki? Milyar dolarlara baliğ olan bağışlar bir yana, sadece Hamenei Hamas’a her yıl 350 milyon dolar ödedi ama Hamas’ın tahakkümündeki 2 milyonluk Gazze’de 17 yıldır hayat kalitesi sefaletin üstüne çıkamadı. Bu gerçek ise ne bağışçıların ne de Hamenei’nin ilgisini çekmiyor. Hamas ve İslami Cihad’ın, İsrail’in burnunun dibinde lejyon ihtiyacını karşılaması Hamenei için yeterli.

 

17 yıldır seçim düzenlemeksizin silah zoruyla Gazze’ye tahakküm eden, yaptığı eylemlerin bedelini de Gazzelilere, yani tünellere saklanamayan ve Katar’da lüks hayat süremeyen insanlara ödeten Hamas hakkında görüş beyan etmeden Filistin konuşuluyorsa örtbas niyeti vardır.

Filistin endüstrisi yoluna devam ederken kurala aykırı hiçbir örnek Müslüman vicdanda ahlaki kriz yaratmayacak. Muaviye’nin sarayında mayalanmış müesses ve reel Müslümanlığı istisnai ve arızi görmek yanıltıcı olur. İtibarı kalmamış bu Müslümanlığın insanlığa söyleyeceği tek kelime yok.

Kaynak: Kenan ÇAMURCU/Medyascope

コメント


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page