1922 Lizbon doğumlu José Saramago, 1995 yılında kaleme aldığı Körlük adlı romanıyla birlikte geniş kitlelerce tanınıp büyük bir başarı yakaladı. 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan yazar 2010 tarihinde, 87 yaşında hayatını kaybetmiştir.
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş benim okuduğum ilk Saramago romanı ve onu çok beğendim! Yazarın anlatma biçimi dikkate değer, çünkü kendine özgü bir yazım stili var ve ince bir alaydan herkes, her olgu payını alıyor. Diyalogları düz yazı biçiminde, ayrıca noktalama işareti olaraknokta ve virgülden başkasını kullanmıyor. Kitabı şöyle bir karıştırdığınızda, bu romanda “hiç konuşma yok galiba” diye düşünüyorsunuz, çünkü ne bir paragraf ne de tırnak içine alınmış cümleler var. Tüm konuşmalar metin içinde yer alıyor ve zor bir stil olduğunu düşündürtmesine rağmen çok rahat okunuyor. Sonuçta dilbilgisi kuralları, bizim koyduğumuz kurallar ve değişmemesi için hiçbir sebep yok. Anlatım dili de oldukça muzip, sade ve akıcı. Bu değişik üslubunu çok zekice buldum diyebilirim. Sizi kendine bağlayan Saramago’nun bir kitabını okuduktan sonra diğer eserlerini de hemen edinmek isteyeceğinizden eminim.
Kitabın konusu bir yılbaşı günü artık kimsenin ölmemesi ile başlıyor. Adı bilinmeyen bir ülkede, dünya kuruldu kurulalı görülmemiş bir olay gerçekleşir. Ölüm, o güne kadar yerine getirdiği görevinden vazgeçer ve hiç kimse ölmez. Mucize gibi bir durum. Çok hoşunuza gidecek. “Keşke kimse ölmese bu yaşamda” derken bulacaksınız kendinizi. Ancak olayın vahameti sonra ortaya çıkıyor. Bir anda ülkeye dalga dalga yayılan sevinç, çok geçmeden yerini hayal kırıklığı ve kaosa bırakıyor…
Kilise panikliyor. “Ölüm, tanrının mutlak hükümdarlığının gerçekleşmesi için temel bir gerekliliktir, bizim varoluş sebebimiz ortadan kalkıyor, hükümet bize bir çare bulsun…” diyerek, başbakanla görüşme talep ediyorlar.
Cenaze levazımatçıları derneği ‘’biz bittik, şimdi ne yapacağız, sektörden o kadar kişi ekmek yiyor, ölüm bizim ekmeğimizle oynadı” diye ortalığa düşüyorlar.
Sigorta şirketleri “hayat sigortası” nasıl olacak şimdi diye, ayrı bir randevu istiyorlar.
Huzur evleri, hastaneler dolup taşıyor. Hızla artan yaşlı, ağır hasta, koma halindeki insanları nereye sığdırabileceklerini şaşırıyorlar.
Önce kaotik bir dönem ama sonra sistem hemen kendi çözümünü üretiyor. Örneğin 80 yaşındakiler sigorta şirketlerince ölü kabul edilip primler ve emeklilik ona göre değişiyor. Ölen hayvanlar için resmî tören gerekliliği zorunlu kılınıyor ki cenaze levazımatçıları sektörü mağdur olmasın… Hastaneler belli bir seviyeye gelen ölümcül, ancak haliyle ölmeyen hastaları evlerine yolluyor. Bunun gibi önlemlerle yeni bir sistem üretiliyor. İlk başlarda ölümsüzlükten dolayı mutlu olan halk kısa zamanda hiç de öyle olmadığını görüyor ve işin içine bir de mafya girince, olay daha da inanılmaz oluyor. Nasıl mı? Sınırın diğer tarafında ölüm devam ettiği için bazı aileler mafya aracılığı ile normalde ölmesi gereken ama ölümsüzlükten dolayı yaşayan yaşlı ve hasta yakınlarını sınırın dışına götürüyorlar ki huzurla ölebilsinler.
Saramago hem devlet kurumlarıyla hem de insan doğasıyla epeyce dalga geçiyor. İkiyüzlü halimizi ve daha birçok şeyi yüzümüze vuruyor; millet, vatan hainliği kavramlarını, devlet-mafya iş birliği gibi…
Kitap bu noktada ölümün “varmış,” kısmına esprili bir geçiş yapıyor ve yaşananlardan dolayı yedi ay sonra ölüm görevine geri dönmeye karar veriyor. Yedi aydır hiç kimse ölmediği için biriken ölümler de aniden olunca, al sana bir kaos daha! Bu kez tabut yetiştiremiyorlar…
Bu arada ölüm geri dönüşünde amele gibi çalışmak istemediğine karar verince, ölümü gelmiş insanlara bir bildiri mektubu yazıp, eflatun bir zarfa koyup yollama kararı alıyor bir başına. Mektupta ölecek insanlara bir hafta süre verdiğini bildiriyor. Bu bağlamda romanın baş karakteri “Ölüm” oluyor ve Portekizcenin gramerinden dolayı da kadın karakterine bürünüyor. İlginçlik bu ya, eflatun zarflardan biri sürekli geri dönüyor ve ölüm bir haftalık ömrü kaldığı bilgisini vatandaşın birine bir türlü tebliğ edemiyor. Kişinin kimliğini merak edip, çat kapı evine gidiyor.
İade edilen mektubun sahibi evde köpeğiyle birlikte yaşayan 50 yaşında bir erkek ve orkestrada viyolonsel çalan bir müzisyen. Aslında mektup ona 49 yaşının son gününde gönderiliyor, ancak ölüm mektubunun ulaşmaması sebebiyle 50 yaşına basıyor. Bizim Ölüm “Bu nasıl olur; karışıklığı düzeltmem lazım!” diye telaş yapıyor. Adamın kimliğini değiştirecek kadar da çirkef çıkmasın mı Ölüm, arkadaş beceremiyorsan bu işi, başkasına devret değil mi? Çorbaya çevirdin olayı, yok ölümsüzlük, yok bir hafta mühlet, yok mektupların gecikmesi. Yapamıyorsun işte, yılların yorgunluğu da var tabi, kolay değil, ölüm, kalım meselesi.
Kitap farklı bir tarza dönüşüyor demiştim ya, dönüştü işte mis gibi! Hollywood dram-romantizmiyle baş başayız. Ölüm kadın kılığına giriyor ve efendim adamın konserlerini locadan seyretmeler, sohbetler, muhabbetler, flörtleşmeler gırla gidiyor. Cebinde de eflatun renkli zarf var, ölüm kağıdı. Veremiyor tabii. Eni sonu sevişiyorlar ve kadın, yani Ölüm eflatun renkli zarfı yakıp, adama sarılıp uyuyor ve ertesi gün hiç kimse ölmedi diyerek yazar final yapıyor.
Sonunda kafam karıştı, kitap başa dönüyor diye düşündüm. Ölüm, kendi de bir insan olduğu için ölümsüzlüğü seçmişti ama Ölüm zaten ölümsüz değil miydi?
Ölüm ve ölümsüzlük karşısında insanın şaşkınlığını, çelişkili tepkilerini ve ahlaki çöküşünü, edebi, toplumsal ve felsefi anlamda derinlikli bir biçimde işleyen José Saramago, geçici olanla ebedi olanı birbirinden ayıran kısa mesafenin meseli sayılacak Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'u, başladığı gibi bitiriyor: "Ertesi gün hiç kimse ölmedi."
***
● José Saramago: Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş; çev. Mehmet Necati Kutlu; Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013; 208 sayfa
***
Bir sonraki yazı: 14 Haziran 2003
Comments