Ülkelerin gelecekleri ne zaman geçmişlerinden daha umutsuz görünür? Karanlık günler mi aydınlık yarınlar mı bekliyor bizleri? Kişisel yaşamlarımızda olduğu gibi ülkelerin de kırılma noktaları belirgin midir?
Bugün bu sorgulamayı hem İsrail hem de Türkiye için yapmak mümkün. Her iki ülke de, biri üstüste beşinci seçim sonrası diğeri yüzyıl değerinde seçim öncesi, kaderlerini tersyüz edecek kararlar eşiğinde.
Fakat bu kez merak oklarımı Doğu Akdeniz’den Kuzey Batı Avrupa’ya, 6 yıldan beri yaşadığım Londra’ya ve Birleşik Krallık’a yöneltiyorum. İmparatorluk sonrası İngiltere neden bu kadar güç kaybetti? Ekonomik olarak neden Fransa, Almanya hatta Güney Kore’nin gerisine düştü? Katı sınıf sisteminin bu inişte kabahati var mı?
18. yüzyıldan itibaren İngiliz İmparatorluğu dünyanın en geniş olanı, en uzak diyarlara yayılanı, “üzerinde güneşin batmadığı” ülkeler topluluğu idi. Bu gücün omurgası 12. yüzyıllarda kurulmaya başlanan eğitim sisteminin (Oxford – 1167, Cambridge – 1209 vb) yetiştirdiği kadrolar, bilim adamları, askerler ve siyasetçilerdi.
Üniversitelerin başlangıcından iki yüzyıl kadar sonra eğitimin daha genç yaşlarda başlaması, öğrencilerin sağlam karaktere kavuşması gereğini duyanlar orta eğitim düzeyinde okullar kurdular: Eton – 1440, Harrow – 1572 ve oturduğum yere 3 km mesafede Dulwich College – 1619.
Bu sistem Kraliyete ve emir komuta zincirine sapına kadar bağlı, İmparatorluğun dünyaya medeniyet getirmesi misyonuna inanan mezunlar yetiştirdiler. Birbirlerine hem güvenen hem çekişen fakat aynı kalıptan çıkmış, okulda bol dayak yiyerek çeliklenmiş erkek takımı dünyada 19. yüzyılın en önde gelen Parlamento’sunun üyelerini oluşturdular. Sandhurst Askerlik Akademisi ve Greenwich’de Kraliyet Denizcilik Okulundan çıkan subaylar tüm denizlere, okyanuslara hakim deniz filosunu (Royal Navy) ve ordusunu yönettiler.
İkinci Dünya Savaşı bu güce son verdi. Nitekim harbin muzaffer lideri Winston Churchill (Harrow, Sandhurst) 1945 seçimlerini İşçi Partisine kaybetti. Halk savaşın bittiğini anlamış, barışı kazanmanın sivil yeteneklere sahip iktidarlar tarafından yürütülmesine karar vermişti.
İmparatorluğun çözülmesi başlamıştı (Hindistan – 1947, Filistin – 1948, Kenya – 1963). Birçok nedenleri vardı dev İngiliz İmparatorluğunun dağılmasında: İkinci harbin getirdiği ekonomik iflas, kolonilerin bağımsızlık istekleri, iktidarı 200 yıldır üstlenen asillerin yönetimden kısmen uzaklaştırılma istekleri…
1950’lerde İngiliz üst kadrolarını derinden vuran bir casusluk olayı ortaya çıktı. Londra’nın iki istihbarat ajansının (MI5 – İç casusluk, MI6 – Dış) içlerine Sovyetler yanlısı Cambridge mezunlarının sızdığı belirdi. Gerçekten 1930’larda Cambridge Üniversitesinde, kendileri üst sınıflara mensup olmalarına rağmen, “establishment”a karşı tutum alan 5 yakın arkadaş Moskova lehine casusluk yapmaya ikna edilmişti, komünist ajanlar tarafından. Fakat 1945’e kadar KGB’ye ulaştırılan bilgiler anti-faşist, anti Nazi cephe içinde değerlendirildiğinden Londra pek farkında olmadı.
1945’ten sonra Amerika ve İngiltere, Sovyetler ile düşman saflara ayrıldıklarında sızdırılan istihbarat MI6’ın büyük çapta zayıflamasına neden oldu. Cambridge 5’lisi olarak bilinen casuslardan Guy Burgess ve Donald Maclean 1951’de Moskova’ya iltica ettiler. Anthony Blunt ve John Caircross yıllar sonra deşifre edildiler.
İngiliz ve hatta Amerikan istihbarat servislerine en büyük darbeyi Kim Philby (1912-1988) vurdu. Hoşsohbet, ikna yeteneği yüksek, sıkı içici, bol sevgilili Kim İngiltere cemiyet yaşamının en mükemmel örneklerinden biri olarak öne çıkmayı becerdi. İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazi askeri casusluk servisine (Abwehr) verdiği zarar onu MI6 içerisinde en üst seviyelere getirmişti. Bir ara KGB’ye karşıt bölümün başına tayin edildi. Hem Sovyet ajanı, hem de Sovyetler’i zayıflatması gereken MI6 sorumlusu olarak tüm bilgilerden önce Moskova’yı haberdar etmesi İstanbul’da Batıya iltica etmeye hazırlanan KGB’in üst düzey casuslarından Konstantin Volkov ve eşinin KGB elemanları tarafından öldürülmelerine neden olur.
1940 sonlarında Philby’e güven o kadar kesindir ki MI6’ın Washington bürosu şefliğine atanır. Sonuçta yalnız İngiliz istihbaratının değil, Amerikan casusluk sisteminin (CIA) gizli bilgilerine ulaşma imkanını da bulur.
Burgess ve Maclean’in 1951’de Moskova’ya kaçmaları yakın dostları Kim Philby’yi zan altında bırakır. Yapılan araştırmalardan ve sorgulamadan hiçbir kanıt elde edilmez, MI6 meslek arkadaşları hatta zamanın İngiliz Hükümeti onu korumaya devam eder, “He is one of us – Bu adam bizdendir” diyerek. Philby muhteşem rolünü oynar ve herkesi kandırır.
Ancak 1960’ların başında Sovyetler’den bir başka KGB ajanı Batı’ya kaçtığında tahkikat yeniden açılır ve Kim Philby’yi Beyrut’ta görevde iken “hakkında herşeyi biliyoruz” diyerek itiraf ettirirler. Ek olarak otuz yıl önce yeni Rus ajanı olduğunda KGB lehine casusluk yapmasını istediği fakat başaramadığı Yahudi asıllı Flora Solomon onun gerçek ideolojik sadakatinin Komünizm olduğunu israrla açıklaması olayı netleştirir. Yakalanıp Londra’ya getirilmesinin, kamu davası açılmasının ve istihbarat servislerinin yaptıkları hataların ortaya dökülmesinden kaçınan İngilizler Rus ajanın Sovyetler’e iltica etmesine göz yumarlar.
İngiliz hükümetlerinin ve özellikle MI6’ın özgüvenleri yerle birdir, Londra sarsılır ve 1980’lere kadar sürecek siyasi yıkım başlar. Bu badirelerden ancak Margaret Thatcher’in (Oxford) “demir leydi”liliği ve Falklands zaferi düzlüğe çıkarır İngilizleri.
İngiltere’nin kendine güveni tekrar yerlerde. Brexit sonrası 13 yıldır iktidarda bulunan Muhafazakar Hükümetin değiştirdiği beşinci başbakan, David Cameron (Oxford), Theresa May (Oxford), Boris Johnson (Oxford), Liz Truss’dan (Oxford) sonra Rishi Sunak (Stanford, ABD) ortalığı toparlamaya çalışıyor.
Tüm “çaptan düşmeye” karşın bugünün dünyasında İngiltere’nin hala önemli bazı avantajları var. Onlar da bir başka yazıya…
Comments