top of page

İçinden tren yolu geçen şehir – SAMATYA




İkinci Bahar dizisini hatırlarsınız değil mi? Ali Haydar ve Hanım’ın dile gelmeyen aşklarını unutmak mümkün değil. Mahallenin güzelliği ve Gümüş Yüksük Sokak’tan Ali Haydar’ın lokantasına inen o şirin merdivenler diziden sonra gidip görmek istediğim bir yerdi. Hiç kısmet olmadı. Hani İstanbul’da turist olma zamanımı beklermiş gibi. İşte tam oradaydım. Samatya’da.


İstanbul’un Avrupa yakasında, sahil yolunda, Yenikapı’dan sonra yer alan ve eski bir Rum semti olan Samatya, eskiden kum deposu olarak kullanırmış ve denizden çıkarılan kumlar burada depolanırmış. Zira Samatya adının ‘kumlu’ anlamına gelen ‘Psemotya’dan geldiği varsayılır. Zaman geçtikçe de bu ad Samatya’ya dönüşmüş. Cumhuriyet sonrası Bizans kökenli semt adlarının değiştirilmesiyle birlikte adı Koca Mustafa Paşa’ya dönüştürülmüş ama bu yeni adı pek kullanan yok. Zamanında sahili kumlarla kaplı olan bu semt şimdi balık kokusunun peşine takılan bizlerin toplanma yeri.


Ama bu yazının konusu şehirin dönüşme hikayesi, özellikle son zamanlarda yerleşik nüfusu oluşturan Ermeniler ve Rumların farklı yerlere göç etmesiyle, semtin demografik yapısının bozulma hikayesi. Daha önce yazdığım, Jerusalem’de bulunan Nachlaot semtindeki gibi yapısı henüz soylulaştırmadan nasibi pek almamış, Balat gibi dokusu henüz devşirilmemiş ender bakir kalan mahallerden biri.


Samatya geçmişte denizle iç içeymiş. İskelesi, balıkhanesi, balıkçı kahveleri ve denizle kucaklaşan lebi derya evleriyle. Geçerken sahilden, semtin minare ve çan kulelerinden yansımasını görebilirsiniz yavaşlarsanız. Yükselen çan sesleri camiinin ezan sesine karışıyor, Samatya’lı Nuriye Hanım’ın geçmişte kalan anıları da, yan sokaktaki komşusu 80’li yaşlara merdiven dayamış Madam Arşuluz’un anılarıyla çakışıyor...



Özellikle müze, kilise geziyim niyetindeyseniz pek etkilenmeyebilirsiniz Samatya’nın size sunacaklarından ama semtin ara sokaklarında kaybolup, göreceklerinizden çok etkileneceğinizden eminim. Bir zamanlar Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin ve Türklerin bir arada yaşadığı, günümüzde de adını duyduğunuz ünlü tüccar ve zanaatkarların semtinin hikayesine hoş geldiniz.


Cumartesi akşamı telefonda, “Hadi gelsene,” çağrısına, Göztepe Tren İstasyonu’ndan tek vasıta ile Kazlı Çeşme durağında inerek başlattım pazar günümü. 1001istanbul – TIT Topkatours gezi lideri Ahmet Faik Özbilge ile başladık arşınlamaya şehri.


Samatya İstanbul’un tarihinde her uygarlığın kendi dönemine ait önemli yapıları sergileyen büyük bir müzeye benzer. Tur Yedikule surlarından başladı ama o başka bir yazı konusu olsun.


Samatya’ya dair bilinen ilk hikâye İstanbul’un fetih yıllarına dayanır. Yürürken, semtin değişmeyen yüzünü ara ara gösteren ahşap konaklardan gözlerinizi alamayacaksınız. Bizde Narlıkapı’dan başladık şehri gezmeye. Narlıkapı, Marmara surları üzerinde, kara surlarına en yakın olan kapıdır. Yedikule tren istasyonunun arkasına denk gelen bu kapının biraz ilerisinde, tren raylarını döşemek için gelen Fransızlar tarafından yapılan ve daha sonra Ermeni Cemaatine verilen Surp Hovannes Kilisesi ile ilk dualarımızı yapıyoruz. 1807’de inşa edilmiş. Önceleri denizin dalgaları kilise duvarlarını döverdi, 1955’te yapılan sahil yolu kiliseyi denizden ayırdı. İşte böylece şehir genişlemeye başladı.


Sırada yabancı demiryolu işçilerinin ibadet gereksinimlerini karşılamak için yaptırılmış Yedikule tren istasyonu yakınlarında yer alan Katolik Meryem Ana Kilisesi ziyareti vardı. Tren hattının yanı başında, adeta kaybolmuş küçük bir kilisenin içindeyiz. Birkaç ufak çocuk ve kedinin paylaştığı; yüksek bir duvarla sokaktan ayrışan avlunun ortasından geçip girdiğimiz ufak kilisenin içinde duvarlardaki aziz resimlerinden sandalyelere tarihin eskimiş, biraz küflü, biraz da tozlu kokusunu soluklamaya başlıyoruz.



Tren hattı inşa edilirken, Yedikule’de kalan Katolik Fransız mühendis ve işçilerin ibadet gereksinimleri için küçük bir de Katolik kilisesi yapılır. İstanbul’daki Dominiken rahiplerin çabalarıyla inşa edilen kilise, Notre Dame De Rosaire -Gül Ağaçlı Meryem’ imiz- adıyla tanımlanır.


Aygül’cüğümüz eklendi turumuza tam bu noktada. Aslında adı Virjinya. O bir Ermeni. Eski bir mahalleli, Sivas’tan gelmişler ailesiyle şehire. Dizilerde oynamışlığı var. Sarı saçları, güllü desenli elbisesiyle, endamı, heyecanı, insancıllığı ile gezimizin vazgeçilmez neşesi oluyor tur boyunca.


Onunla ayak üstü sohbet halindeyken bir sonraki gezi mekanımıza varmışız bile. Samatya Balık Müzesi, Samatya’lı balıkçılar tarafından, hızla yok olan ve 300’ün üzerinde balık türlerinin birer örneğinin sergilendiği, sahil yolundaki Balıkçı barınağında kurulu güzel bir müzedeyiz. Kendi imkanlarıyla yapmış balıkçılar müzelerini. Kendileri elle yazmışlar cam kavanozdaki balık ve deniz canlılarının adlarını.


Zülfü Livaneli’nin yeni kitabı Balıkçı ve Oğlu adlı hikayedeki kaçak balon balığıyla göz göze geliyorum. Bir balığın denizaltı hayatını nasıl tehdit ettiğini dinliyoruz balıkçılardan. Ağlara takılıp taa nerelerden sürüklendiğini anlatıyorlar Marmara’ya. İnsanın doğaya zararı keşif isteğiyle tezat. Müze her gün 10.00-17.00 saatleri arasında gezilebilmektedir.


Kahvelerimizi denize nazır içerken Virjinya bana adımı soruyor. Stella deyince yüzüne gülümseme yerleşiyor. Ermeni misin? Hayır Yahudi’yim diyorum. Yüzü daha da aydınlanıyor. Yahudi dostlarını listeliyor, biriyle tanıdık çıkıyoruz. Hem de o kişi şimdi İsrael’de yaşayan bir dostum çıkıyor. Dünya, içinde sevgi olunca ne kadar küçülüyor. Ermenilerin buralardan nasıl göçüp gittiğinden bahsederken, sesinde acıyla karışık hüzün, kırgınlık, kızgınlıkları satır aralarında yakalıyorum.


Yapılış tarihi 16. yüzyıla dek uzanıp giden, semtin eski kiliselerinden Hazreti İsa’ya adanmış Hristos Analipsis Kilisesi’nin bulunduğu sokaktayız. İstanbul’un tüm öteki Rum Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi kapıları, pencereleri sürgülü, kendi içine kapanmış, ketum bir yapı. Ahşap ikonostasında yer alan gümüş kaplamalı İsa ikonası önünde hemencecik bir mum yakıveriyoruz.


Yola devam ama önce yemek molası. Meşhur Samatya Meydanı. Ali bizi balıkçıya davet ediyor ama biz nostalji olsun diye balık yemek yerine Ali Haydar’ın lokantasında fıstıklı kebap eşliğinde Ali Nazik lüplüyoruz. Kahveler Matya’da olmalıydı ama şans bu ya kapalıymış. Matya, Rumca göz anlamına geliyor. Kafe’nin sahibi Mehmet Ali Çetin, doğma büyüme Samatyalı. Eskiden, Aya Nikola Kilisesi’nin çalışanlarının kaldığı bu 165 yıllık ahşap konak, şimdi Mehmet Bey’in evi. Dükkan, geçmişte Olimpos gazozlarının satış yeriymiş. Dükkanın önü, gazoz sırasına girenlerle dolup taşarmış. Evin restorasyonu sırasında mahzende bulunan gazoz şişeleri kafede sergileniyor. Bu kafe daha çok, 70’li yıllara ışınlandığınız bir evin salonunu andırıyor dediler ama bize görmek nasip olmadı. Bir sonraki geziye inşallah.


Özel Şahakyan Nuryan Ermeni Lisesi’nin demir kapısının önünden devam ediyoruz. 1790 yılından bu yana eğitim vermeye devam eden okul, adındaki Nunyan ekini hayır sever Kapsar Ağa’nın çok sevdiği eşinin adından almış. Zengin bir kütüphaneye sahip olan bu okul, Türkiye’deki Ermeni okulları içinde en iyi eğitim verenlerden biri olarak biliniyor ve bu ününü günümüzde de devam ettiriyor.


Sahakyan Okulu’na bitişik ikinci büyük yapı ise, Türkiye Ermenilerinin ilk patrikhane kilisesi olarak bilinen Sulu Manastır ya da öteki adıyla Surp Kevork Kilisesi. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra Bursa Episkoposu Hovagim’i, cemaatiyle birlikte Samatya’ya getirmiş ve Rumlara ait olan günümüzdeki adı 'Surp Kevork Kilisesi' Hovagim’e vererek onu Ermeni Patrik’i ilan etmiş. Bahçesindeki incirleri sevgiyle mideme indiriyorum, Ali Haydar’ın kebabının üzerine. Patrikhane’nin yeri değişip Kumkapı’ya taşınsa da önemini yitirmemiş. Kilisenin çanı ile ilgili de bir efsane okudum internette. Çanın altın karışımı kullanılarak Ruslar tarafından yapıldığı rivayet ediliyor. Çalındığı zaman öyle bir ses çıkarırmış ki, Büyükada’dan duyulurmuş. Bu kilisenin yetimhanesinde büyüyen Kerope Zilciyan’ın bu çanın sesinden etkilenip zil yapmaya başladığı da söylenir. Zilciyan Ailesi 1600’lü yıllarda Trabzon’dan Samatya’ya göç etmiş. Önce kazan üretmeye başlayan aile, bir süre sonra kendilerine has bir teknikle zil üretimine geçmiş ve ünleri Osmanlı’dan Amerika’ya, tüm dünyaya yayılan Zilciyan Ailesi’nin hikâyesi başlamış. Müşir Süleyman Paşa Sokağı’ndaki 45 numaralı atölyeden çıkan sesin devamı Pink Floyd, The Beatles, Deep Purple, Rolling Stones (*) gibi müziğe yön vermiş grupların vazgeçilmez bir sesi olmuş. Haliyle Zilciyan ailesinin yaptığı zillerin sesi tüm dünyada duyulmaya başlamış. Asırlar geçer, Samatya değişir, ama zilin sesi daim olur evrende. İstanbul kokulu. Konserlerde bakın bakalım davulların zil markasına, kimbilir yakalarsınız bu ismi üzerinde belki.


Eskiden beri halk arasında Sulu Manastır adıyla anılmasının nedeni, kilisenin altında yer alan, Bizans dönemine ait ayazmadan kaynaklanıyor. Demir kapısı üzerindeki kanatlarda, Adem ile Havva, Surp Kevork’un ejderhayı öldürüş sahnelerinin yer aldığı kilisenin tarihiyle ilgili anlatılarda, halk arasında yerleşmiş ilginç bir efsane de, geçmişten günümüze öykülenmiş. Rivayet bu ya, kilisenin Rumlardan alınıp Ermenilere verilmesinin nedeni seks düşkünü olarak bilinen Sultan Deli İbrahim’in yatağına girmiş, balık etinde, tombul bir Ermeni güzeliymiş. Güya, Şekerpare adıyla maruf bu kadının marifetiyle, kilise Rumlardan alınıp Ermenilere verilmiş.


Kiliseden çıkınca hemen yolun karşısında, sol tarafta ufacık bir dükkan var. Dükkanın ufacıklığına bu kadar kitabın nasıl sığdığı ise bir sır. Mahallenin kitapçısı Samatya Sahaf, belki de bulmayı hiç ummadığınız kitapları karşınıza çıkarır. Üstelik kendisi kör olmasına rağmen içerdeki nice farklı lisanlarda yazılmış kitaplarının hepsinin tek tek yerini biliyor.


Kitapçıyı geçince ise Mimar Sinan’ın Samatya’da bulunun iki eserinden biri Abdi İbrahim Paşa Cami’yi görüyoruz. Yapıldıktan sonra geçirdiği değişimler ile ilk haline uzak olsa da dışarıdan bakıldığında verdiği huzur hala aynı. Mimar Sinan’ın bir diğer eseri ise yolun hemen aşağısında yer alan Ağa Hamamı. O günlerden bu günlere yana yıkıla mahvolup gitmiş. Şimdilerde ise atölye, kömür hurda deposu olarak kullanılıyor. Utanmadan duvarının üzerine de “Kömürlük Temizleme” işi yapan birisi ilanını çiziktirmiş… Sinan’ın kemikleri sızlıyordur her halde...

Hepsi birbirinden farklı öyküler, yaşanmışlıklar saklayan Samatya sokakları arasında bir tanesi vardı ki insanı bir başka büyülüyor. İçkalpakçı Çıkmazı.


Kocamustafapaşa Tren İstasyonu’nun arkasında, tren yoluna paralel uzanan, bir kısmı cumbalı, tek katlı, halen soba ile ısınan evler, yağ tenekelerinden saksıları, yaşanmışlık kokan esrarengiz bir yerde buluyorsunuz kendinizi. Hiçbir bina yıkılmamış, restore edilmemiş. Yoksul insanlarla dolu, uzaktan ne güzel denilen sefaletlerin içindeki yaşanmışlıktan utanıyorsunuz. Geçmişin o puslu anıları içinde kaybolur gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ayakta kalabilmek için adeta direnen bu eski evler, sokak aralarındaki minik bakkallar, karşıdan karşıya gerili iplere asılı rengarenk çamaşırlar, kapılarının önünde top koşuşturan çocuklar, duvarların tepesini mesken edinmiş tombul uykucu kedileriyle klasik İstanbul görüntüsünün son kalan nadir köşelerinden birini yansıtıyor.

Amca evinin kapısını açıyor, selamlıyor bizi. Film gibi diyeceksiniz ama değil. Alışmış turistlere. Dört adımda duvar dibindesin, sokağın genişliği bu kadar. Merdiveni dayıyor duvara, tırmanıyor aheste aheste. Acelesi olan biz, o zamanı durdurmuş çoktan. Teneke saksılarını gösteriyor. Bahçem var benim, diyor. Oturuyor plastik sandalyesine. Arkası tren yolu. Ondan mutlusu yok. Kazancı kim bilir ne kadar?


Evin damından elektrik direğine gerilmiş iplere asılı çamaşırlar güneşe teslim etmişler kendilerini. Koyu teniyle saçlarının örgüsünden Afrikalı olduğunu anladığım siyahi küçük kız kim bilir hangi Afrika ülkelerinden birinden göçmüş. Babası sokağa çöp dökmeye çıkarken, o narin bedenini perdenin arkasına saklıyor ama bir taraftan da merakla bizleri gözetliyor. Kim bilir neredeki evini geride bırakıp para uğruna gelmişler buralara?


Bebek arabasında ağlayan çocuğuna sarılan burkalı kadın ürkek bakışlarını kaçırıyor, beni ele vermeseler bari gibisinden. Pembe kapılı evin önünde yerde oturmuş çekirdek çitleyen şalvarlı teyze selamlıyor bizi, “gençler burası çıkmaz” diyor. Haklı 200mt sonra surun duvarıyla son buluyor sokak ama yaşam tüm keskinliğiyle devam ediyor. Çıkmaz sokağın sonundaki duvar dibi ise hikayelere konu olacak nitelikte. Duvara kondurulmuş tahta evin kalıntılarına bakarken şaşakalıyorsunuz. Hangi zihniyet yüzyıllık sur içine bu kondurmayı yapar ki?


Yürürken gözüme takılan pembe saten yorganın tiftiklerini güneşe bırakmış abla beni alıp çocukluğuma götürüyor. Anneannemin eve çağırdığı hallacıyla. Sanki gitar çalacakmış gibi yay şeklindeki aletiyle gelip pamukları hallaçlayan zanaatkar artık nerde kim bilir?


Hayatlarında hiç bu kadar çok çanak anteni bir arada görmeyenler için ise gerçekten eşsiz bir mekan Samatya.


Samatya’da Rumlar artık parmakla sayılacak kadar az. Kimse kalmamış. Son kalanlar da, kapıları sürgülü kiliseler gibi yalnızlığın, kadere itilmişliğin içinde yaşamlarını noktalamayı bekliyorlar.


İstanbul bilinmeyenlerle, keşfedilmemişlerle doludur. Hemen her bir semtinde, her bir köşesinde bilinmedik yepyeni bir şeyler çıkıverir karşınıza. Bir deryadır İstanbul. Sürpriz yaparcasına karşınıza çıkar. Bir anda şaşırıverirsiniz. Tıpkı benim bütün gün kendime dediğim gibi, neden şimdiye kadar gelmedim ki buralara...



-------------------

(*) Rolling Stones 10 yıl aradan sonra yeni bir albüm çıkarmış, Blue & Lonesome. Zilciyan zillerini kullanan ilk rock gruplardan biri olan Rolling Stone’dan “Just Your Fool” ile keyifli dinletiler.



Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page