top of page

Humeyni döneminden İran anılarım…





Son günlerde İran hakkında çok konuşuluyor ya –hani, Wikipedia’ya göre kendisini “özel hukuk doktoru” ve “Ayatollah” diye tanımlarken, bu unvanlarını belgeleyememiş, tarihe “Tahran Kasabı” olarak geçmiş İbrahim Raisi’nin ölümü dolayısıyla – ben de bu köşeden, yıllar önceki Tahran anılarımı paylaşmak istedim… O anıları en ılımlı biçimde “trajikomik” olarak tanımlayabiliriz – ve şu anda içinde bulunduğumuz sıkıntılı günleri belki biraz aydınlatabilirler!

 

 

Efendim, 1980’lerin başlarında –Turgut Özal’ın estirdiği yenilikçi ekonomi rüzgârlarıyla– Türkiye’nin ilk hatırı sayılır inşaat demiri (İsdemir’den Mısır’a) ihracatçısı olarak, İran İslam Cumhuriyeti’ne de “uzanmak” amacıyla, sanırım 1984 yaz aylarıydı, bir iş arkadaşımla birlikte Tahran’a bir “çıkartma” yapalım dedim. Humeyni devriminden beş yıl geçmiş, siyasi sıkıntılar aşılmış, Ayatollah’ın liderliğinde yaşam artık normal (?!) e dönmüştü; öte yandan, saygın ve köklü bir medeniyete dayanan bu ülkenin o günkü durumunu da pek merak ediyordum…

 

 

Giriş gümrüğünde bile görevli olan Devrim Muhafızları, uçakta okuduğumuz bazı bulvar gazetelerindeki mayolu kadın resimlerini, üstelik onlara bakmadan yırtıp yandaki çöp kutulara atarak, “temizlenmiş” gazeteleri bize geri verdiler – ve böylece “herkesin namusunu koruduktan” sonra, başka hiçbir şey sormadan/araştırmadan bizi memleketlerine buyur ettiler! İran’daki satış görüşmelerimizle ulaşım, otel vb. organizasyonları, ortak bir tanıdığımızın aracılığı ile Tahran’da yerleşik bir Singh iş adamı üstlenmişti. Bizi havaalanında geniş bir tebessüm ile karşıladı, ancak Mısır seyahatlerimde giymeyi yeğlediğim kısa kollu safari takımını üzerimde görür görmez, yüzü buruştu. “Uzun kollu gömlekleriniz yok mu?” sorusunun üzerine, ben de bu şaşırtıcı kaygısının nedenini sormadan edemedim! Efendim, İran’da erkeklerin bile kısa kollu gömlek giymeleri yasakmış – pazılarıyla kadınlarda şehvet duyguları uyandırmamaları için… İçimden “benim pazı boyutlarım, uyuz bir kediyi dahi huylandıramaz!” diye düşünerek, bize ihracatta destek verecek dostumuz ile ilk iş olarak en yakın dükkâna uğrayıp birkaç uzun kollu gömlek “ithal ettik”! O anda aklıma gelmişken, döviz karaborsasının İran’da pek “gelişmiş” olduğunu bildiğimden, parasal konularda nasıl davranmamız gerektiğini sordum. “Hiç sorun değil,” dedi Singh dostumuz; “Otelde ayarlarız; sana İsviçre’deki hesap numaramı veririm, benden istediğin kadar Rial’i burada takdim ederim – daha sonra da bana karaborsa kurundan dolar karşılığını havale edersin…” Anımsadığım kadarıyla bu kur, resmi kurun on misli dolaylarındaydı…

 

 

Arabaya binip Tahran’a doğru yol alırken, az ileride birkaç kilometre boyunca uzanan, inşaatı yarıda kalmış bir site göründü… Ne olduğunu merak ettiğimde, “Devrimden önce Şah’ın kız kardeşi burayı yaptırıyordu – sonra ortada kaldı…” yanıtını alınca, bunun da nedenini sorma cesaretini gösterdim, ancak karşılığında sadece bir omuz silkmesi geldi. Beraberimdeki genç arkadaşımın “Burada akşamları/geceleri ne yapılır?” sorusuna ise, dostumuz gururla “Tahran’da çok iyi restoranlar var – Hindu, Fransız, İskoç, en lezzetlisi ise Ermeni Lokantası… Sizi bir akşam oraya götüreceğim, parmaklarınızı yiyeceksiniz! Bunun dışında da otelin saunasına, havuzuna gidebilirsiniz – size ‘Hayat’ta çok güzel iki oda ayırttım…” Sonradan öğrendim – eski “Hyatt” da tüm oteller gibi Farsi veya Arapçaya uyarlanmış yeni ismiyle biliniyordu artık… Şehir merkezinin dışında, ünlü Evin Hapishanesi’nin karşısındaydı otelimiz – ancak işkence çığlıkları, odalarımıza kadar gelmiyordu!

 

 

İşte, ilk izlenimlerimi yukarıda aktardığım Tahran’da ilginç ve de oldukça başarılı beş gün geçirdik. Sizleri nervürlü demir ve filmaşin hakkındaki pazarlıklarımızı anlatarak sıkmayacağım elbette – ancak restoranların gerçekten kentin tek keyif alınabilecek yerleri olduğunu; karaborsadan edindiğimiz Rial’lerle, bir kutu siyah havyarı de içeren nefis bir akşam yemeği için kişi başına 4-5 USD, otel odası için 10 USD ödendiğini; karpuz suyunun yanı sıra, tek elle soyulabilen dolgun İran fıstıklarının ne kadar lezzetli olduğunu belirtmeden edemiyorum. Restoranlarda alkollü içki bulamıyorsunuz tabii ki – ancak – inanmayacaksınız! – hiçbir iş seyahatimde Tahran’daki kadar whisky içmedim! Bir akşam Singh dostumuzun evine davetliydik ve –belki de bize verdiği değeri göstermek için– her birimizin önüne birer 12 yıllık (kaçak) şişe koyarak, havyar, tatlı soğan ve katı yumurta dilimleri eşliğinde sürekli olarak kadeh tokuşturduğunu anımsıyorum!

 

 

İran halkının Humeyni rejimi ile ne kadar barışık olduğunu sorduğumda, insanların hoşnutsuzluklarını açıkça dile getiremediklerini, yalnız ondan birkaç ay önce mollalara karşıtlığını belirtmek için bir cuma günü herkesin beyaz giysilerle sokağa çıktığını anlattı dostumuz – ancak bunun ilerisine gidilemediğini de! Bugün aradan koca kırk yıl geçmiş – ve özgürlüğe yönelen gelişmeler halen kaplumbağa hızıyla ilerliyor…

 

 

Tahran’dan ayrılışımız, aynı kolaylıkta oldu – dostumuzun ön gördüğü gibi, bize ne “Kaç dolar ile girdiniz, şimdi kaç dolar ile çıkıyorsunuz; İran’da ne tür harcamalar yaptınız?” diye sordular, ne de kaç adet havyar kutusu aldığımızı! Bugün ise bu “kolaylıkların” ortadan kalkmış olduğunu biliyorum…

 

Umarım, bu naçiz satırlarla sizleri kısa bir süre için de olsa, “başka diyarlara” götürebildim!

 

 

 

 








Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page