Selin NASİ
Anneannemin vefatından sonraydı. Eşyaları toparlamak için gittiğim evde anılarımla baş başa dolaşırken farkına varmıştım. Çocukluğumuzun geçtiği mekanlar biz büyüdükçe küçülüyordu. Bir ucundan diğer ucuna koşuşturduğum koridoru işte birkaç adımda yürüyüvermiştim. Radyoda çalan şarkılarla etrafında dans ettiğim o mermer kaideli ahşap sehpa bir diz boyu, bir zamanlar gözüme uçsuz bucaksız görünen salon ise gayet mütevazı ölçülerde sayılırdı.
Çocukluğumun kendine has kokuları, tatları, sesleri sinmişti o eve. Güne başlarken saçta kızarmış ekmek kokusu, kaşar peynir üzeri sızma bal, dedemin akşamları soyup ikram ettiği- sularını halıya damlattığı için de azar işittiği- portakal, keyiflenince eline alıp tıngırdattığı kanun, anneannemin duvarlarda çınlayan şen kahkahası…
Hatırlıyorum. Temizlik günlerini hiç sevmezdim. Oynayacak kimsem olmazdı, o yüzden. Böyle günlerde dört gözle beklerdim koridordaki odanın kapısı açılsın diye. Aslında giderek daha çok kapanır olmuştu dayım kendi dünyasına. Şimdi geriye dönüp bakınca, insanlarla azalttığı diyaloğu, odasında çaldığı şarkılarla kapatıyordu belki de. Ve sanki bir şey anlatmaya çalışır gibiydi. “Anlasana”, diyordu İlhan İrem şarkısında, anlasana…
Çocuk halimle bir bilsem derdinin ne olduğunu, oyun arkadaşımı kazanmak için yardımına koşardım elbet, ama bilmiyordum işte. Bir ipucu yakalamak ümidiyle, o evden çıktığı zamanlar, bir yolunu bulur odasına girer, başlardım çekmecelerini karıştırmaya.
Odanın kapısını açar açmaz, önce kesif bir tütün kokusu kaplardı genzinizi. Sonra duvarlara kurşun kalemle karalanmış kelime öbeklerini fark ederdiniz… Şifreli bir mesaj veya bir bilmecenin parçaları gibi. Ve kitaplar gözünüze çarpardı elbet… Raflara sığmayıp yerde üst üste sıralanmış kitap kuleleri. Çoğu okunmuş, notlar düşülmüş, bazıları ilk basım, nadir kitaplar… Dağınık odanın ortasında en ayrıcalıklı konuma sahip olan şeyse Dual pikaptı. Pencerenin yanındaki duvara sırtını vermiş, sehpanın üzerinde adeta tahtına kurulmuş kraliçe edasıyla otururdu. Dual sahibi olmak o yıllarda bir ayrıcalıktı.
Ara sıra anneanne, dayı ve küçük torun, hep birlikte gezmeye giderdik. Bazen Fenerbahçe sahile dolaşmaya, bazense Pelit Pastanesi’nden pastaları alıp doğruca teyzemin evine çay saatine. Henüz araba kullanıyordu dayım o yıllarda, telkinlerin aksine. Büyükler konuşurken duymuştum, şizofreni diyorlardı. Anlamını bilmesem de hastanede canını yaktıkları için üzgündüm, en çok da oyun arkadaşımı küstürdükleri için. O dönem elektroşok tedavisi uygulandığını ve bunun da fena halde ters teptiğini çok sonradan öğrenecektim. Hastane dönüşü artık iyice yabancılaşmıştı. İlaçların ellerindeki titremeyi artırdığından yakınırdı. “Sersem ediyor anne o ilaçlar, almayacağım” inatlaşmalarına defalarca şahit olmuştum. Hatta bir ara ilaçları yemeğe kattıklarından şüphe edip yemek yemeyi tümden reddettiği de olmuştu.
Ölü evi toparlamak maddi manevi yorucu bir iştir.
Yaşanmış bir hayatın siz farkına varmadan üzerinize yüklenmiş, ağır olsa da taşıdığınız ama bir türlü atmaya da elinizin gitmediği anılarla vedalaşma yeridir.
Çekmeceleri karıştırırken işte böyle bir polaroide denk geldim. Anneannemle dedem henüz 30’lu yaşlardalar ve birbirlerine nasıl da tutkuyla bakıyorlardı. Bir zamanlar kavuşmak dileğiyle gökyüzünde yıldız kaymasını bekleyen çiftin aşkı, kaderin getirdikleri karşısında tıpkı muhafaza edilememiş şarap gibi ekşimiş, buruklaşmıştı. Ömürlerini tek bir gün daha uzatabilmek için gösterdikleri gayretin yegâne amacı ise oğullarını başkalarının bakımına muhtaç bırakmamaktı. Adanmış bir hayattı onlarınki.
Oysa ne büyük gururla iki kızdan sonra gelen oğlan çocuğu haberini tüm Çengelköy’e duyurmuş dedem. Anneannem, sırf hastanede karışmasın, göz değmesin diye, evde ebeyle doğurmayı istemiş. Dostları “Aman kızım, erkek kız fark eder mi? Çocuğun da hayırlısı!” dediklerinde, “Oğlan olsun da nasıl olursa olsun” demişmiş.
Acaba büyük konuştuğu için miydi başına gelenler?
Ona kalsa, dayıma helal süt emmiş bir kız bulsak oğlu düzelecekti. Bütün iş o gelin adayını bulmaktaydı. Hayatı boyunca oğluna çeyiz yapmaktan vazgeçmedi bu yüzden. Hani eşyanın mutsuzluğu diye bir şey varsa, size evde kullanılmayı beklerken eskiyen makineleri, kutularında tozlanan ev aletlerini gösterirdim. Gene de dışarıya hiç söylemediler hastalığını. Ailede evlilik sırası bekleyen iki kız torun vardı. Duyulmamalıydı.
Dayım kendisini kapattığı odadan uzun yıllar çıkmadı yanımıza. Bir sebepten bize küsmüştü.
Mevsimler değişti. Bayramlar geçti. Büyüdüm…
Çocuklarımla ziyarete geldiğimizde o odada kimin yaşadığını sordular bana. Kilitli kapıyı kurcalamamalarını öğütledim. Ben dayımı yıllar sonra ilk kez anneannemi toprağa verdiğimizin ertesi, bakımevinde gördüm. Oyun arkadaşım artık orada değildi. Gözündeki o muzip ışık sönmüştü. Odasına bıraktıkları gazetede gözüme ilişen haberlerden konuştuk, öyle havadan sudan… İsmimle hitap ediyordu. Ama beni tanıyabilmiş miydi acaba? Yoksa zihninin labirentlerinde karşılaştığı rastgele yüzlerden biri miydim onun için? Bilemedim.
Şizofreni, bireyin gerçeği sanrıdan algılamasını güçleştiren, hayat boyu süren ancak doğru tedavi ve zamanında müdahale ile kontrol altına alınabilen bir beyin hastalığı. Tedaviye karşılık veren şizofreni hastaları psikiyatri hastaneleri yerine aileleriyle ve toplum içinde üretken bir hayat yaşayabiliyor. Toplum tarafından damgalama ve dışlanma korkusu ise çoğu zaman tedaviye ulaşmayı olumsuz etkileyebiliyor. Devlete bağlı bakım rehabilitasyon ve aile merkezlerinin ancak pek azı -o da belli koşullara bağlı olmak kaydıyla- ücretsiz bakım imkânı sunuyor. 25 Mayıs Dünya Şizofreni Farkındalık Günü’nde hastalıkla mücadele edenler ve yakınları için yaşam şartlarının iyileştirilmesi, hastalığa dair yanlış yargıların değişmesi dileğiyle…
Yıllar sonra seni saklandığın odadan çıkarmış oldum.
KAYNAK: Gazete Pencere, 4.6.2023
Comments