İlkokuldaki temel coğrafya - hatta o zamanki ismiyle hayat bilgisi - derslerinde okurduk akarsuları, ırmakları, dereleri, hangi ülkenin sınırları içinde başlayıp, nereden aktıklarını, nerede bittiklerini… Çok yoğun bir su akışına sahip olmayan ve genellikle yaz aylarında kuruyan dere yataklarını… Öte yandan dere yataklarına inşaat yapılır mı, yapılmaz mı konusu işlenmiş miydi, hatırlamıyorum. Büyük olasılıkla işlenmiştir de, çoğu öğrendiğim ders konusu gibi silinip gitmiştir hafızamdan. Belki de, o kadar açık seçik bir bilgiydi ki, üstünde durmaya gerek dahi duymamıştı öğretmen.
Gün geçmiyor ki Türkiye’den yeni bir afet, yeni bir felaket haberi gelmesin! Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz hafta kuvvetli sağanak yağışın etkisiyle Karadeniz Bölgesi’nde birçok ilde sel ve su baskınları oldu. En fazla ölüm Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde, Ezine Çayı’nın dere yatağına kurulan “şehirde” meydana geldi. Sel felaketinde hayatını kaybedenlerin sayısı 77’ye ulaştı ve maalesef bu sayının artacağından endişe ediliyor. Uzmanların yaptığı değerlendirmeler gösteriyor ki, ardı arkası kesilmeyen inşaatlar neticesinde 400 metre genişlikteki dere yatağı 15 metre genişliğindeki bir alana hapsedilmiş. Dolayısıyla, yağan yağmura bağlı sular 7-10 metreye kadar yükselmiş ve afet “geliyorum” demiş. Yani suçu küresel ısınmaya bağlı, metrekareye düşen 300-400 kilo yağışa aşırı yağmura, tarihte benzeri görülmemiş yağışa ya da bunun gibi saçma sapan bahanelere atmaya gerek yok.
Son on senedir, istisnasız her yaz mevsiminde benzer haberler okuyor, benzer afetlerle karşılaşıyoruz. Dere yataklarında imar izinleri düşüncesizce dağıtılıyor, buralara ev, okul ve benzeri binalar inşa ediliyor, havzaların önleri kapatılıyor. Sonuç olarak doğa kendi dengesini yeniden kurmaya çalışıyor; bu da mecburen evleri yıkarak, mal ve can kaybına uğratarak oluyor. Gidip derenin yatağına ev yapıyorsunuz, sonra dereye diyorsunuz ki, “Aman sakın taşma!”. Ne var ki, burası taşkın yatağı... Doğa, kendine yapılan müdahalelere cevap veriyor, “Bana dokunmayın,” diyor, biz ise ona müdahale etmeye ısrarla devam ediyoruz.
Şimdi her sene olduğu gibi işlemler başlatılacak, teknik inceleme ve bilirkişi raporları alınacak. Yıkılan, zarar görmüş olan binaların müteahhitleri önce gözaltına alınacak, hemen ardından da serbest bırakılacak. Belki aralarından birkaç tane günah keçisi seçilip bir süreliğine hapse gönderilecek. Afetin bilançosu çıkarılacak, ama ne yazık ki ölenler geri gelmeyecek, yaşanan kayıpların yeri doldurulamayacak, yıkılan evlerdeki anılar, fotoğraflar, mobilyalar, yaşanmışlıklar asla geri gelmeyecek. Ve gelecek yaz- umarım yanılıyorumdur ama tarih beni hep haklı çıkarttı- her şey sil baştan başlayacak, aynı haberler gözümüze çarpacak, aynı acılar yaşanacak! Ve başımıza gelen felaketleri kadere, kısmete, talihe yormaya devam edeceğiz.
Demem o ki, yaşanan bu felakete dair öğrenilmesi gereken çok şey var, özellikle de 1985 yılından bugüne dek bu bölgelerde yoğunlaşan bozuk yerleşim dokusu göz ardı edilemez. Friedrich Hegel’in dediği gibi: “Tarihten aldığımız ders, tarihten ders almadığımızdır.”
Comments