top of page

Denizin Kucağında, Tarihin Beşiğinde...


(Yazarı sesli dinlemek için tıklayınız)



Merhaba sevgili okuyucularım. Bu geçen on beş günü, umuyorum ki sağlık ve huzurla geçirdiniz. Artık şükür demeyi bir mantra haline getirdik. Öyle bir felaket döneminde yaşıyoruz ki, normal uyandığımız ve yatağa normal girdiğimiz her güne şükrediyoruz. Beklentilerimizi neredeyse sıfıra indirdik. Plan yok, program yok, hayal kurmak yok, bugünden yarına ne olacağımız meçhul…


Geçtiğimiz cumartesi günü, iki yılın ardından ilk defa denize girdim. İki sene evvel gittiğimiz Bodrum tatilinden sonra, ayağımı bile denize sokmamışım. Denize girdiğimde kendimi sıcak su dolu bir küvette hissettim. Su ne kadar sıcakmış ve orası ne kadar kalabalıktı. Aslında Corona bu kadar yükselmişken, o gün plajda olmak ne kadar doğruydu bilemiyorum. Aşılıyız ya, korunuyoruz duygusu veriyor. Tel Baruh plajı hıncahınçtı. Oradan ayrıldığımızda, parktan arabayla yaklaşık yirmi dakikada çıkabildik.


O kadar uzun zamandır kabuğumuzun içinde yaşıyoruz ki, sonunda biz de şirazemizden çıktık, gençlik arkadaşlarımıza kapılıp, felekten birkaç saat çaldık. Umarız af ola…


Arkadaşlık, yarenlik çok önemli. Ben çocukluğumdan itibaren biriktirdiğim candan dostlarımı kaybetmemiş biriyim. Geçtiğimiz perşembe akşamı da, bir çocukluk arkadaşımın evinde davetliydik. Bize müstesna bir akşam yaşattı. Mutfakta sarıldık, yeniden birbirimizi bulduğumuz için şükrettik.


Bu hafta da güzel kitaplar okudum. Amin Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı” adlı kitabı ile İtalo Calvino’nun “Kum Koleksiyonu” adlı kitabı. Biri Orta Doğu’nun tarihi sayfalarını aralarken, diğeri sanatçının gezdiği sergileri anlatan makalelerini kapsıyor. Birinde eski zamanların labirentlerine dalarken, diğerinde bir serginin sizi alıp götürdüğü farklı dünyalarda geziniyorsunuz.


Bu arada Google sörfleri içinde, bir uçtan diğerine geçiş yaparken, bir sürü bilinmeyenle karşılaşıyorum. Ben de bunları okuyucularımla paylaşmayı ihmal etmeyenlerdenim.


Bu hafta sizinle, okuduğum bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Leica Özgürlük Treni…


Leica, ilk çıkan 35 mm.lik fotoğraf kamerasının markasıdır. Bir Alman ürünü olan Leica, kesinlikle minimalist ve çok verimli, yaratıcı bir araç olmasının yanı sıra, Nazi döneminde alışılmadık bir zarafet, cömertlik ve alçakgönüllülükle hareket eden, Leitz ailesine ait, sosyal odaklı bir firmaydı. Almanya’nın en ünlü fotoğraf ürününün tasarımcısı ve üreticisi Ernest Leitz, kendi şirketinde çalışan Yahudileri ve daha yüzlercesini Nazi Almanya’sından kurtardı.


Holokost, Avrupa’ya yayılırken, şirketine sıkı sıkıya bağlı olan, başkanlık eden, çelik gözlü, Protestan dinine mensup olan sahibi Ernest Leitz, “Fotoğraf Endüstrisinin Schlinderi” unvanını kazanacak şekilde hareket etti.


Adolf Hitler 1933 yılında Alman Şansölyesi seçilir seçilmez, Ernst Leitz, Yahudi meslektaşlarından, müşterilerinden ve çalışanlarından çılgınca telefonlar almaya başladı. Bu insanlar onları ve ailelerini ülke dışına çıkarmasını sağlamak için yardım istiyorlardı. Hıristiyan ailesine mensup olan Leitz elbette ki Yahudilerin yaşamını cehenneme çeviren Nürnberg Yasalarından muaftı.


Leitz, Yahudi işçilerine ve meslektaşlarına yardım etmek için, Holokost tarihçileri arasında “Leica Özgürlük Treni” olarak bilinen, Yahudilerin yurtdışında görevlendirilen Leitz çalışanları kılığında Almanya’yı terk etmelerine izin veren gizli bir yolu sessizce kurdu.


Çalışanlar, perakendeciler, aile üyeleri ve aile üyelerinin arkadaşları, Fransa, İngiltere, Hong Kong ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Leitz satış ofislerinde “görevlendirildi”.


Leitz’in faaliyetleri, Almanya genelinde sinagogların ve Yahudi dükkanlarının yakıldığı Kasım 1938’deki Kristallnacht’tan sonra yoğunlaştı. Çok geçmeden Alman “çalışanları” New York’taki bir iskelede, Bremen’den kalkan Okyanus gemisinden iniyor ve yöneticilerin kendilerine fotoğraf endüstrisinde hızla iş buldukları Leitz inc’İn Manhattan ofisine doğru yol alıyorlardı. Her yeni gelenin boynunda, özgürlüğün simgesi olan yeni bir Leica kamerası vardı.


Müşterilere iş bulana kadar maaş verildi. Bu göçten, tasarımcılar, tamir teknisyenleri, satış görevlileri, pazarlamacılar ve fotoğraf basını için yazarlar bile çıkıyordu.


“Leica Özgürlük Treni” 1938’de ve 1939’un başlarında zirvedeydi ve birkaç haftada bir, mülteci gruplarını New York’a ulaştırıyordu.


Ardından 1 Eylül 1939’da, Polonya’nın işgali ile Almanya, sınırlarını kapattı. O zamana kadar, Leitz’in çabaları sayesinde soyları kurutulmak üzere olan yüzlerce Yahudi Amerika’ya kaçmıştı.


Ernst Leitz ve ekibinin akıbeti ne olmuştu?

Leitz’in kızı Elsie, Yahudi kadınların İsviçre’ye geçmesine yardım ederken yakalanmış ve Gestapo tarafından tutuklanıp hapse gönderilmişti.


Leitz Inc. yeniden dirilen Reich’ın itibarını yansıtan uluslararası alanda tanınan bir markaydı. Şirket, Alman Ordusu için telemetre ve diğer optik sistemler üretti. Ayrıca, Nazi hükümetinin yurt dışından dövize acilen ihtiyacı vardı ve Leitzi’n optik ürünler için tek ve en büyük pazarı ABD idi.


Buna rağmen Leitz ailesinin ve firmasının üyeleri, yaptıkları Yahudi yardımları yüzünden dolayı çok acı çekti. Üst düzey bir yönetici olan Alfred Türk, Yahudilere yardım olaylarında çalıştığı için hapse atıldı ve ancak büyük bir rüşvet ödendikten sonra serbest bırakıldı.


Leitz’in kızı Elsie Kuhn-Leitz, sınırda yakalandıktan sonra Gestapo tarafından hapsedildi, sonunda serbest bırakıldı, ancak sorgulama sırasında çok kaba muamelelerle karşılaştı.1940’larda fabrikada çalışmak üzere atanan, tamamı kadın olan 700’den fazla Ukraynalı köle işçinin yaşam koşullarını iyileştirmeye çalıştığında da şüphe altına girdi. Savaştan sonra, Elsie Kuhn-Leitz insani çabaları için sayısız onursal ödül aldı; aralarında 1965’te Fransa’dan Officier D’honneur Des Palms Academic ve 1970’lerde Avrupa Akademisi’nden Aristide Briand madalyası da vardı.


Bu hikayeyi neden şimdiye kadar kimse anlatmadı?

Serbest yazar ve editör merhum Norman Lipton’a göre, Leitz ailesi kahramanca çabalarının reklamını yapmak istemiyordu. Leitz Ailesinin son üyesi öldükten sonra “Leica Özgürlük Treni” gün ışığına çıktı. Frank Debba Smith’in ”Leitz Ailesinin En Büyük Buluşu: Leica Özgürlük Treni” adlı kitabının konusu oldu. Aynı zamanda yapım aşamasında olan “One Camera, One Life”, (Bir Kamera, Bir Hayat) adlı bir filme de konu oluyor.


İşte sevgili okuyucularım, bu haftaki hikaye köşemiz de böylece bitmiş oldu. Bu arada bu ibretlik öyküleri okurken, Almanların içinden de bazı harika insanların çıktığını görmek, içimize serin bir bardak su içmek gibi hoş bir duygu bırakıyor. Yeniden buluşuncaya değin sevgi ve sağlıkla kalın.

Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page