İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, ABD’nin en saygın üniversitelerinde ekonomi profesörü olan Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’a 2024 Ekonomi Nobel Ödülü’nü verirken, “Ülkeler arasındaki refah farklılıklarını anlamamıza yardımcı olmaları…” gerekçesine, “Hukukun üstünlüğünün zayıf olduğu ve halkı sömüren kurumlara sahip toplumlarda büyüme ya da daha iyiye doğru değişim gerçekleşmez.” saptamasını da eklemiştir.
Keza, Acemoğlu ve Robinson (A&R) bundan 12 yıl önce yayımladıkları, Türkçeye Ulusların Düşüşü adıyla çevrilmiş olan kapsamlı araştırmalarında “Uluslararası kalkınmanın temel taşı, insan özgürlüğünün desteklenmesi ve geliştirilmesi olmalıdır…” savını getirmişlerdi.
Naçiz köşemizde bu hafta, o çok ses getirmiş kitaba, İsrael ve bazıları komşusu olan Arap Devletlerinin karşılaştırılması ışığında bakmak istiyoruz…
A&R’nun eleştirileri ne denli doğrudur?
A&R araştırmalarına, kimi iktisatçıların on yıllar boyunca öne sürdükleri üç kuramı (teoriyi) yermek ile başlıyorlar. Bu bağlamda, kuzey kıtalarına karşın güneydeki tropikal iklimlerin ekonomik büyüme için uygun olmadığını öne süren Coğrafya kuramını (aynı coğrafya = benze “refah” düzeyi) reddederler. Örneğin, Orta Doğu uluslarının medeniyetin beşiğini oluşturmalarına karşın, günümüzde bu yöredeki petrol üretmeyen ülkeler, Peru ile Bolivya kadar yoksul ve bunların tümü, İngiltere ya da ABD'den çok daha fakirdir. Çok yerinde bir eleştiri – zira İsrael ve Arap komşularının da aynı coğrafyayı paylaştığını, ancak aralarındaki refah düzeyinin ne denli farklı olduğunu bilmeyen yoktur!
İkinci olarak, Alman sosyal bilimci Max Weber’in 1905 yılında yayımlanan “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu” kitabındaki savlarıyla gelişmiş olan Kültür kuramını (aynı kültür = benzer “refah” düzeyi) da reddediyorlar. Aslında bu eleştiri de yerindedir, zira örn. aynı etnik kökenli Kuzey ve Güney Kore halklarının veya –daha da çarpıcı olarak– tam ortasından ABD ve Meksika sınırı geçen Arizona’daki Nogales kasabası nüfusunun her iki yandakilerin arasında görülen büyük “refah” farklılıkları nasıl açıklanabilir ki? – İsrael/Arap halkları konusunda ise A&R’a koşulsuz olarak katılmak mümkün değildir kanımca… Her ne kadar Mizrahi kökenli İsrael nüfusuyla Arap komşuları arasındaki genetik benzerlikler varsa da, günümüzden en çok bir yüzyıla kadar geriye giden aliyalar sonucu, İsrailli olmuş Arap ülkeleri kökenliler ile halen o ülkelerde yaşamakta olanların arasında, eğitim ve çevreye uyum ile oluşmuş kültürel farklılıkları göze çarpıyor. Kimi Sefarad ve özellikle Aşkenaz kökenli İsraelliler ile Arap halkları arasındaki kültür uçurumu ise çok daha büyüktür – ve dolayısıyla bu ortamda “refah” ile kültürel düzey arasındaki doğrusal ilişki konusunda Max Weber ve 120 yıldır şaşmayan izdaşlarına hak vermemiz gerekiyor…
A&R son olarak, kimi ülkelerde temelde yanlış siyasi kararlar verildiği için fakir olduklarını savunan Bilgisizlik (“Ignorance”) kuramını da eleştirmektedirler. Bu bağlamda, “liderlerin nadiren aptalca kararlar aldıklarını” öne sürüyorlar. “Ülkeleri için ekonomik açıdan felaket olabilecek rasyonel seçimler yapabilirler, ancak genellikle yarattıkları veya daha sıklıkla miras aldıkları kurumların bir parçası olan ekonomik teşviklerle uyumludurlar.” – İsrael ile Arap komşuları konusuna gelince, burada da A&R’nun eleştirilerine tam olarak katılamıyoruz. Bibi Netanyahu’nu o talihsiz koalisyona götüren, çok mu “akıllıca” alınmış bir karardı?! Kaldı ki, ülke güvenliğini çökertmiş olan uyarı sistemlerindeki savsaklık bir yana, bu hükümetin beceriksizliği, dünya piyasalarındaki saygınlığını düşürmedi mi?! Öte yandan, komşu Arap ülkelerinde alınmış Hezballah ve İran hakkındaki yanlış stratejik kararlara ne buyurulur?
Buraya kadar okumayı sabırla (!) sürdürmüş olanlar, A&R ikilisinin yerdikleri kuramlar açısından, en azından İsrael/Arap dünyası konusunda “pek iyi not almadığını” görmüşlerdir! Ancak onlara bir “fırsat” daha verelim ve kitap sayfalarını çevirmeyi sürdürelim…
©Johan Jarnestad/The Royal Swedish Academy of Sciences
A&R’un haklı olduğu saptamalar nelerdir?
Halen MIT ve o dönemde Harvard Üniversitelerinde görevli bu değerli bilim adamları, “Ticari kurumların kapsayıcı piyasaların potansiyelini kullanmasını, teknolojik yenilikçiliği teşvik etmesini, insanlara yatırım yapıp, çok sayıda bireyin yetenek ve becerilerinin harekete geçirilmesinin, ekonomik büyüme için büyük önem taşıdığını...” belirterek, “...bu kadar çok ekonomik kurumun bu basit hedefleri karşılamada neden başarısız olduğunu açıklamanın bu kitabın ana teması olduğunu” savunuyorlar.
Savlarını desteklemek için, “Hukukun üstünlüğü ile yönetimin zayıf olduğu, ayrıca halkı sömüren kurumlara sahip toplumlarda büyüme ya da daha iyiye doğru değişim gerçekleşmez!” uyarısında bulunarak, yönetim, adalet ve ahlâk öğelerini içeren, herkesin kolayca kabul edebileceği varsayımlar getiriyorlar.
İlk olarak, bir ülkenin temel hukuk ve düzeni sağlayabilmesi için, yönetimin istikrarlı bir siyasi merkezileşme temeline sahip olması gerekir. A&R’un bakış açısına göre, sağlam bir siyasi temel olmadan, anlamlı bir büyüme için umut yoktur. – Daha sonra, siyasi kurumlar çoğulcu olmalı ve böylece gerekli istikrarın sadece bazı güçlü ve yerleşik elitlerin güç kullanımıyla değil, hukukun üstünlüğü ile herkes için eşit bir ekonomik ve siyasi oyun alanının kurulmasıyla sağlanmasını temin etmelidir.
Özetle – ancak bu siyasi özelliklere, yani merkeziyetçi, çoğulcu ve hukukun üstünlüğü ilkesine sahip olan uluslar, serbest işgücü piyasaları, güvenli mülkiyet hakları ile erkin (liberal) serbest piyasa ekonomileri gibi kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip olma eğilimindedir.
Acaba hangi komşu Arap ülkelerinde bu şartlar yerine getirilmiştir? Mısır’da mı, Ürdün’de mi, Suriye’de mi, Lübnan’da mı? Irak’ta mı, Körfez Ülkeleri’nde veya Suudi Arabistan’da mı? Kimilerinde halen şeriat hukuku uygulanan, yönetimde buyurganlığın olağan sayıldığı ülkelerde mi? Toprağın tüketilerek edinilen petrol ile madenlerin getirilerini hoyratça paylaşan hanedan üyelerinin ve/veya “sözügeçer” ailelerin tüm gücü ellerinde tuttuğu devletlerde mi? Bunların tümü, önce Osmanlı baskısı ve ardından İngiliz veya Fransız sömürgeciliğinden henüz iki-üç kuşak evvel çıkmış, yeni yeni (hümanist?) eğitim görmeye başlayan, ancak ekonomik açıdan örgütlemek/düzenlemek yeteneğinden yoksun olan, bir bölümünün kadın nüfusunu halen ikinci sınıf vatandaş saydığı halklardır. Kimilerinin topraklarından fışkıran petrol olmasaydı, komşuları gibi yoksul ve rüşvete, casusluğa, daha nice kötü dürtülerden uzak, tümünün ise yönetimlerinin sınırladığı “refah” düzeyine yaklaşmaları düşünülebilir mi hiç? Kaldı ki, bu yoksulluk bataklığına sıkışmış halka, kurtuluşu din uğruna ölmek olarak gösteren din tacirlerinin tuzağına düşenler, bizzat onların “vekilleri” olarak Batı dünyası ile savaşmaktan, kıyım ve kırımlardan geri kalmıyor… En önemlisi ise, kimi köktendinci devletlerde mollalar, egemen oldukları statükoyu korumak için hiçbir düzeltime (reforma) geçit tanımıyor! İşte burada Daron Acemoğlu ve James Robinson, ekonomik “refah” emelinin yanı sıra, çok daha büyük çekincelere bakıldığında, kat kat haklı görünüyorlar!
A&R’un haklı olduğu saptamalar nelerdir?
Halen MIT ve o dönemde Harvard Üniversitelerinde görevli bu değerli bilim adamları, “Ticari kurumların kapsayıcı piyasaların potansiyelini kullanmasını, teknolojik yenilikçiliği teşvik etmesini, insanlara yatırım yapıp, çok sayıda bireyin yetenek ve becerilerinin harekete geçirilmesinin, ekonomik büyüme için büyük önem taşıdığını...” belirterek, “...bu kadar çok ekonomik kurumun bu basit hedefleri karşılamada, neden başarısız olduklarını açıklamanın bu kitabın ana teması olduğunu” savunuyorlar.
Savlarını desteklemek için, “Hukukun üstünlüğü ile yönetimin zayıf olduğu, ayrıca halkı sömüren kurumlara sahip toplumlarda, büyüme ya da daha iyiye doğru değişim gerçekleşemez!” uyarısında bulunarak yönetim, adalet ve ahlâk öğelerini içeren, herkesin kolayca kabul edebileceği varsayımlar getiriyorlar.
İlk olarak, bir ülkenin temel hukuk ilkelerini ve düzeni sağlayabilmesi için, yönetimin istikrarlı bir siyasi merkezileşme temeline sahip olması gerekir. A&R’un bakış açısına göre, sağlam bir siyasi temel olmadan, anlamlı bir büyüme için umut yoktur. – Yanı sıra, siyasi kurumlar çoğulcu olmalı ve böylece gerekli istikrarın, sadece bazı güçlü ve yerleşik elitlerin güç kullanımıyla değil, hukukun üstünlüğü ile herkes için eşit bir ekonomik ve siyasi oyun alanının kurulmasıyla sağlanmasını temin etmelidir.
Özetle – ancak bu siyasi özelliklere, yani merkeziyetçi, çoğulcu ve hukukun üstünlüğü ilkesine sahip olan uluslar, serbest işgücü piyasaları, güvenli mülkiyet hakları ile erkin (liberal) serbest piyasa ekonomileri gibi kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip olma eğilimindedir.
Acaba hangi komşu Arap ülkelerinde bu şartlar yerine getirilmiştir? Mısır’da mı, Ürdün’de mi, Suriye’de mi, Lübnan’da mı? Irak’ta mı, Körfez Ülkeleri’nde veya Suudi Arabistan’da mı? Kimilerinde halen şeriat hukuku uygulanan, yönetimde buyurganlığın olağan sayıldığı ülkelerde mi? Toprağın plansız-programsız biçimde tüketilerek edinilen petrol ile madenlerin getirilerini hoyratça paylaşan hanedan üyelerinin ve/veya “sözügeçer” ailelerin tüm gücü ellerinde tuttuğu devletlerde mi? Bunların tümü, önce Osmanlı baskısı ve ardından İngiliz veya Fransız sömürgeciliğinden henüz iki-üç kuşak önce çıkmış, yeni yeni (hümanist?) eğitim görmeye başlayan, ancak ekonomik açıdan örgütlemek/düzenlemek yeteneğinden yoksun olan, bir bölümünün kadın nüfusunu halen ikinci sınıf vatandaş saydığı halklardan oluşuyor! Kimilerinin topraklarından fışkıran petrol olmasaydı, yoksul komşularında görülen rüşvete, casusluğa, daha nice kötü dürtülerde daha uzak olmaları, o kötü yönetimlerin sınırladığı “refah” düzeyini aşmaları düşünülebilir miydi hiç? Kaldı ki, bu yoksulluk bataklığına sıkışmış halka, kurtuluşu inanç uğruna ölmek olarak gösteren din tacirlerinin tuzağına düşenler, bizzat onların “vekilleri” olarak Batı dünyası ile savaşmaktan, kıyım ve kırımlardan geri kalmıyor… En önemlisi ise, kimi köktendinci devletlerde mollalar, egemen oldukları statükoyu korumak için hiçbir düzeltime (reforma) geçit tanımıyor! İşte burada Daron Acemoğlu ve James Robinson, ekonomik “refah” emelinin yanı sıra, çok daha büyük çekincelere bakıldığında, kat kat haklı görünüyorlar!
Ya İsrael’e gelince? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, 1881 yılındaki ilk aliya’dan bu yana ülkeye başta Rusya, Polonya ve Almanya’dan gelmiş olanlar, bilim, sanat ve hukuk düzeninin (ve bu arada sosyalist düşünce, örgütlenme ve bürokrasinin!) ana yurtlarından bu nitelikleri beraberlerinde getirerek, ülkeyi demokratik bir “mini Avrupa” düzeyine sokmuşlardır. Diğer halk kesimleri de bu düzenin içinde yılmadan çalışmayı ve ülkelerini başarılı biçimde savunmasını bilmişti. Bu bağlamda, İsrael’deki “refah” düzeyi, A&R’un çıkarımlarını doğruluyor. – Ne var ki, burada halen istikrarlı bir siyasi merkezileşme sürüyor mu? Savaş olmasaydı, hukukun üstünlüğü, demokrasinin varlığı için yüzbinler her hafta sokağa dökülmeyecek, günün en önemli konusu olarak bunlar tartışılmayacak mıydı?! Dahası, siyasi kurumlar çoğulcu olma ilkesine ne denli uyuyor? Burada da “sözügeçer” aileler, yandaş medya kuruluşları ve din baronları yok mudur?! Acemoğlu ve Robinson’un saptamaları ışığında, bu ülkedeki “refah”, daha ne kadar sürebilir acaba..?
Robert Schild
Comments