Sizi bilmem ama ben uyanmak için kahve içmem, kahve içmek için uyanırım. Kahve dükkanlarının, ya da Nişantaşı’nda Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin önünden geçerken ortalığı kaplayan kahve kokusunu, dünyanın en güzel kokusuna bile değişmem. Bir yabancıya Türkiye deyin, aklına ilk gelenler lokum (turkish delight), türk kahvesi ve baklava olacaktır
(Görsel için Milliyet gazetesine teşekkürler!)
Merak bu ya, bu hafta sonumu Türk kahvesi özelinden yola çıkarak kahvehanler ve kıraathanelerin tarihçesini ve önemini araştırmaya ayırdım. Okurlarım arasında benim gibi ‘kahvekolikler’ vardır eminim. İçmekle yetinmeyelim diyorum, azıcık da bilgilenelim! Haydi, yapın bir Türk kahvesi de bir yandan yudumlayın, bir yandan okuyun!
Kahvenin serüveni: kahve bize nasıl geldi?
Bir yere oturup da kahve siparişi verildiğinde o sipariş gecikirse eskilerin söylediği “Kahve Yemen’den geliyor galiba” lafını boşuna mı diyoruz acaba? Hiç de değil! Osmanlı’nın Arap yarımadasında hüküm sürdüğü dönemde, 16. Yüzyılda Yemen Valisi olan Özdemir Paşa vasıtasıyla İstanbul’a gelmiş kahve. O vakitler dünyanın en önemli ticaret merkezi olan İstanbul üzerinden tüm dünyaya yayıldığı rivayet edilir. Kahvenin ismi ya Etiyopya’nın Kaffa isimli limanından, ya da Arapça “ ayık tutan” anlamına gelen bir kökten geldiği şeklinde iki ayrı görüş var. Türk kahvesinin farkı ise Yemen’den gelen çekirdeklerin kavrulması ve çekilmesinin yanı sıra, pişiriliş tarzından gelir.
Bugünkü “café” lerin atası bizim kahvehaneler!
Sadece İstanbulda değil neredeyse ününü tüm dünyaya yayan ve kimi zaman yasaklanan Osmanlı kahvehaneleri neden bu kadar önemli?
Kahvenin İstanbul’a gelmesinin ardından, ticaretin nabzının attığı esnaf erbabının da bir araya gelerek dinlendiği, daha sık sohbet ettiği bir mekan olarak ilk kahveci Tahtakale’de açılmış. Elbette sizleri tarihler ve rakamsal verilerle sıkacak değilim ama önemli bir tarihten, 1554 yılından bahsetmeden olmaz. Bu tarihin önemi, Türkiye’de ilk kahvehanelerin açılış tarihi olması. Tahtakale’de Hakem ve Şems isimli iki kişinin açtığı Kivahan adlı kahvehane, dünyada açılan ilk kahve içilen yer unvanını elinde bulunduruyor. “Bir fincan kahvenin bile kırk yıl hatırı vardır” sözünden de anlaşılacağı gibi kahvenin kendisinin bir sosyalleşme ve muhabbet aracı olması kahvehane kültürünü doğuran etkidir. Tahtakale’de ilk açılan kahvehane insanların uğrak yeri olmaya başlayınca İstanbul’un çeşitli semtlerinde zaman içinde irili ufaklı kahvehaneler açılmaya başlamış. O zamana kadar dergahlar, camiler, meydanlar ve evler dışında bir sosyalleşme alanı olarak ortaya çıkan ilk mekan olan kahvehanelere elbette sadece erkekler gidermiş.
Mahalle kahvehaneleri, bulunduğu mahallenin tüm sorunlarını çözen hatta bir nevi sağlık merkezi haline gelen mekânlarmış. Kahvehanelerde sünnet yapılır, herhangi bir kaza geçiren ya da zarar görenlere ilk müdahaleler orada olurdu. Hem mahallenin tüm dedikodusu orada yapılır hem de mahalle insanının naifliği ve birbirini tanımasının verdiği avantajlarla tüm sorunlar kahvehanelerde çözüme kavuşurdu. Bu yüzden olsa gerek, bu tip kahvehanelere ‘encümen-i zürefa’ adı verilirmiş.
Kahvehaneler Osmanlı'da halkın sesinin duyulduğu kamusal alanlardı
Osmanlı döneminde Istanbul’da bir kahvehane: elbette yalnızca erkekler için
Gün içinde sohbetin artması, memleket ve dünya meselelerin konuşulmaya başlanması ile kozmopolit bir şehir olan İstanbul’da kahvehaneler hızla bir kültür haline gelir. Bir iddiaya göre kahve Osmanlı tebaası olan bir Yahudi tüccar tarafından Avrupa’ya, bir Ermeni tüccar tarafından da İngiltere’ye taşınmış. Yani Avrupa halkının da kahveyi bizden öğrendiğini düşünürsek modern zamanların “cafe” sinin atasının bizim kahvehaneler olduğunu söyleyebiliriz.
Kahvehaneler ile Sarayın arası neden bozuluyor?
Fransız bir gezginin paylaştığı gezi notlarında şöyle bir tespite rastlıyoruz: “İstanbul’da bir dönem kahvehaneler vardı. Sonrasında her yerde saç sakal kestirilen birçok berber dükkânı türedi.”
Kahvehaneler, Osmanlı’da günün sosyal hayatı içinde yaşayan bir organizma halini alırken mesleki ve sınıfsal anlamda da ayrılmaya başlamış. Tulumbacılar kahvesi, balıkçılar kahvesi, Yeniçeri kahvesi, esnaf kahvesi gibi isimler alan bu mekanlar, bir nevi aynı meslekten insanların iç örgütlenmesini yaratan mekanlar olmuş ve hatta meddah gösterilerinin de yapılmaya başlandığı bir eğlence ortamı da oluşmuş.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde 16. Yüzyılda İstanbul’da Meddah gösterilerinin çıkışının kahvehanelerde olduğunu anlatır. Kahvehanelerin böylesine önemli bir sosyalleşme mekanı olması ve haliyle ülke yönetiminin de eleştirildiği fikir toplantılarının da yapılması, Saray yönetiminin dikkatini çekmeye başlamış. Osmanlı Sarayı’nda da ilk günden beri çok büyük talep gören kahvenin, halkta kahvehane kültürü ile karşılık bulması sonrası kahvehaneler kapatılmaya başlanmış. Ancak insanlar artık alışmıştır. Bir süre Osmanlı yönetimi ile halk arasında kahvehane kovalamacası yaşanır. Kimi zaman serbest bırakılan kahvehaneler kimi zaman bir ihbar üzerine yeniden kapatılabiliyormuş. Mesleki ve sınıfsal örgütlenme yerleri haline gelen kahvehanelerle bir süre sonra Saray yönetiminin arası bozulmuş.
Kahvehanelerde sadece kahve içilmiyordu, kahve aynı zamanda en derin sohbetlerin de bahanesi oluyordu. İnsanlar sosyalleşme mekânları haline gelen kahvehanelerde gittikçe daha fazla zaman geçiriyordu. Elbette bu durum sarayın da dikkatini çekmiş olacak ki halkın toplanıp bazı zamanlarda devleti ve yönetim biçimini eleştirmeleri tehdit olarak algılandı ve yasaklamalar da peşi sıra gelmeye başladı. Bu yasakların en önemlilerinde Şeyhülislam fetvaları büyük rol oynuyordu. Özellikle Ebu Suud Efendi’nin “Kömür derecesinde kavrulan şeylerin içilmesi haramdır” demesi bile, kahvehanelerin ne kadar büyük bir tehdit olarak görüldüğünü kanıtlıyor. Peki bu yasaklar etkili oldu mu? Halk kahvehanelere gitmekten vazgeçti mi? Hayır. Görünürde yasak olan her şeyin illegal olarak varlığını devam ettirmesi kahvehaneler için de geçerliydi.
Hemen başka formüller bulundu. Genelde ön tarafları berber dükkânı, arka tarafı kahvehane olan mekânlar açıldı. Yani halkın kahvehane keyfine engel olunamadı. Hatta konuyla ilgili Fransız bir gezginin paylaştığı gezi notlarında şöyle bir tespite rastlıyoruz: “İstanbul’da bir dönem kahvehaneler vardı. Sonrasında her yerde saç sakal kestirilen birçok berber dükkânı türedi.”
Kıraathane ne demek? Kıraathaneler nasıl oluştu?
Kıraat, okuma anlamına geliyor. Kıraathane de haliyle okuma evi. Bugün hala eskiden kalma kahvehanelerin kapılarında “Kıraathane” yazdığını görürsünüz. Kahvehanelerin kıraathaneye dönüşümünün kökeni ise Kanuni Sultan Süleyman dönemine rastlıyor. Kanuni, kahvehanelerin kapatılması meselesinin çözüm olmayacağını anlayınca halkın okumaktan keyif alabileceği yazıların, hikayelerin yazılarak bu mekanlara dağıtılmasını emreder. Kahvehanelerin sohbet ve eğlence mekanından sohbet ve okuma mekanına geçişi de böyle başlamış. Kıraathane isminin kullanılması ise Osmanlı’nın son dönemlerine rastlar. Matbaanın da Osmanlı’ya girmesi ile birlikte basılan gazete ve dergilerin okunduğu yer olmaya başlayan kahvehaneler, kıraathane ismi ile bütünleşmiştir.
Osmanlı’da kıraathane: Okuma bilen vatandaşlar dönemin kitaplarını okuyor diğerleri de dinliyorlardı
Hayır, kahvehane ve kıraathane kültürü bitmedi!
Günümüzde Türkiye genelinde sayıları 100 bini bulan kırathane ve kahvehaneler, 300 bin kişiye yakın istihdam sağlıyor. Her ne kadar günümüzde önemini ve genel olarak işlevini yitirse de kahvehaneler ortaya çıktıkları ilk günden beri halkın toplandığı, kahve içmenin yanında sanattan siyasete pek çok konuyu konuştuğu, sanatçıların, edebiyatçıların, bilimadamlarının ve halkın her tabakasından insanın günün belli saatlerinde mutlaka uğradığı mekanlar oldular ve olmaya da devam edecekler.
Commentaires