Ari Şavit: My Promised Land / Vaadedilmiş Topraklarım
Bondi Çakım
Serüvenimiz 1897 yılında, Nisan ayının onaltısında yazarımızın büyük büyükbabası Herbert Bentwich’in Yafo limanına ayak basmasıyla başlıyor. 21 kişilik bir İngiliz Yahudi heyetinin başındaki sosyo ekonomik durumu oldukça yüksek bu zat, Herzl’in söylemlerinden etkilenerek Filistin topraklarında bir keşfe geliyor.
On iki günlük seyahatini takiben Londra’ya dönen Bentwich, artık başka bir insandır… Yahudiliğin bekasını Siyonizm’de görmektedir. Nitekim 1917 Balfour Deklarasyonunu takiben 1923 yılında Filistin topraklarına bütünlük göç eder ve İsraelin kurulmasına, çocuklarıyla birlikte, omuz verir…
…ve Bentwich’in torununun çocuğu olan yazarımız, burdan başlayarak 17 bölümlük ve 419 sayfalık yapıtında İsraelin doğuş öyküsünü ve gelişmesini bugüne kadar, daha doğrusu 2013 yılına kadar getirir.
İsrael öyküsünü anlatan ne ilk kitaptır bu ne de sonuncusu… Ancak kitabı son derece beğenmemin ve bu derece etkisinde kalmamın nedenlerini belki sizi biraz bilgilendirmeye çalıştıkça anlayabileceğim.
Beni kitaba çeken öğelerin başında yazarın -ki sol politik görüşlü olduğunu zaten kendi belirtiyor- incelediği İsrael -Filistin sorunun her safhasında her iki tarafın da duruş ve görüşüne yer vermesi geliyor.
Şavit’in ifade ve yazma yeteneği çok yüksek. Aksi takdirde böylesine ağır konuların sürükleyici bir roman okur gibi okunabilmesi olanaksızdı! Bir diğer özelliği de, yazarken sanki kendi kendine yüksek sesle düşünür gibi olması ve o an düşündüklerini yazıya dökmesidir.
Tabii ki 419 sayfalık, yazılması beş sene süren bir kitabı 2-3 sayfaya sığdırarak anlatmaya çalışmak olanaksız benim için; ama yine de bazı bölümlerine değinerek sizi biraz olsun esere yaklaştırmaya çalışayım.
Örneğin kitabının birinci bölümünde atası Bentwich’in o sırada bu topraklarda yaşayan Araplara bakış açısını şöyle dile getirir Şavit: “Onun için mitolojik geçmiş ile teknolojik gelecek arasında şimdiki zaman mevcut değildi. Anılarla geleceğe ait hayaller arasında burası ve bugün yoktu.”
Beşinci bölümde İsrael devletinin kuruluşunun hemen öncesindeki Arap Yahudi çatışmalarına yer veriyor yazarımız. Lydda’da yapılan katliamın yazarı çok etkilediği anlaşılıyor. Lydda (bugünkü Lod şehri), bizim “siyah kutu”muzdur diyor. Siyonizmin karanlık sırrı orda yatar. Siyonizmin gerçekleşebilmesi için Lydda’nin yok edilmesi gerekiyordu. Lydda kalacak olsaydı siyonizm olamazdı. (ve yazar tüm kitabı boyunca Lod kelimesini değil, Lydda’ yı kullanıyor o bölgenin adı geçtiğinde)
Öte yandan yine aynı bölümde şöyle bir diyalog da var:
Çatışmalar sonucunda yakalanan Araplar bir cami avlusunda tutuluyor. Arapların lideri, Yahudilerin başındaki Gutman’a tutukluları ne yapacakların soruyor. Gutman’ın cevabı: “Durum tam tersi olsaydı, siz bize ne yapacak idiyseniz, aynısını.” “Aman” diyor Arap muhatabı “lütfen sakın onu yapmayın!” Bunun üzerine Gutman tüm Arapları serbest bırakıyor ve Arap liderinin “Tanrı sizi korusun” sözlerine muhatap oluyor.
Kitabın altıncı bölümünde yazarımız Polonya asıllı Prof. Z. Sternhell, Çernoviç’li yazar Aharon Appelfeld ve Litvanya doğumlu Başyargıç Aharon Barak’la derinlemesine görüşmeler yaparak yirminci yüzyılın Yahudi İsraelli öyküsünü anlamaya ve dolayısıyla bizlere anlatmaya çalışıyor.
Yedinci bölüm, Dimona ile ilgili. Bu bölüm hakkında tek söyleyeceğim şey benim için “Casa de Papel/The Heist, Yargı veya Aziz” gibi Netflix dizilerinden bile daha sürükleyici olduğu.
Sekizinci bölümde sol görüşlü yazarımız Batı Şeria’daki yerleşimcileri anlamaya ve onları bize anlatmaya çalışırken, büyük bir dehşetle bir yerleşimcinin sahip olduğu siyonist DNA’sı ile kendi siyonist DNA’sının bazı müşterek genlere sahip olduğunun farkına varıyor. Tapınak Dağının (Temple Mount), Tanrı ile İsrael arasındaki antlaşmayı barındırdığını algılıyor. Vurucu bir sorusu da var bu bölümde: “Yerleşimin sembolü olan Ofra kasabası siyonizmin zararsız bir devamı mı yoksa siyonizmin ölümcül bir mutasyonu mu?”
“Barış” başlıklı onuncu bölümde İsrael solunun önde gelen isimleri Sarid, Yosi Beilin ve Amos Oz ile yapılan uzun söyleşiler yer alıyor. Bölümün çarpıcı cümlesi:
“Bu toprakların iki milleti arasında barış yapabilmek muhtemelen insanoğlunun kapasitesinin üstünde bir şey.”
On ikinci bölüm, Tel Aviv’in iki binli yıllarının dejenere gece hayatından kesitler verirken “iyi ki çocuklarım evli ve Tanrı torunlarımı korusun” diye düşünmekten kendimi alamıyorum…
On üçüncü bölümde Şavit bir süre bir projede beraber çalıştığı ve yakından tanıdığı Filistinli-İsraelli avukat arkadaşı Mohammed Dahla ile uzun ve içten bir söyleşi gerçekleştiriyor. Dahla kısaca “unutmayacağız ve affetmeyeceğiz” diyor. Kral Süleyman mabedini “kurgu” olarak tanımlıyor. Biz sahip, siz kölemiz olacaksınız diyor. Ve bölüm Şavitin insancıl ve aynı zamanda ürkütücü, karamsar sorularıyla sonlanıyor: “Bizler ne olacağız Mohammed? Kızım Tamara oğlun Omar, onlar ne olacak? Ne olacak benim toprağıma? Ne olacak senin toprağına?”
On beşinci bölümde İsrael ekonomik mucizesinin temsilcilerinden Strauss ailesinin ve hitech öncülerinden Kobi Richter’in öykülerini nefesim kesilircesine okudum.
Gazetelerden takip ettiğim bu iki ekonomi öncüsünün gerçek hayat hikayelerinin içine girmek benim için sürükleyici bir roman gibiydi!
On altıncı bölüm, yazarın İsrael için varoluşunun tehdidi olarak gördüğü İran’a ayrılmış. Konunun uzmanı Yadlin ile yapılan söyleşi içimizi aydınlatmaktan çok uzak…
Bahsetmediğim bölümler sıkıcı veya ilginç değil diye düşünmeyin sakın! Ama kitap çok kapsamlı ve uzun, okuyucumun sabrı ve zamanıysa çok kısıtlı, biliyorum. Onun için burada kesiyorum.
“My Promised Land”i İsrael gerçeğini merak eden, bu gerçeğin değişik boyutlarını değişik açılardan görmek isteyen her okuyucuya, politik duruşu tamamen sağda olsa da hararetle tavsiye ediyorum. Yapıtta sevgi var, insanın birincilliği var, siyonizm varsa da karşısında açık yüreklilik de var, propaganda yok, İsrael’deki Yahudiyi de, Arap yurttaşını da, Batı Şeriadaki Filistinlileri de, yirminci yüzyıl öncesi bu topraklarda yaşayan Arapları da, 1967 sonrası yerleşimcileri de anlamaya çalışmak var… Kitabı okumanız ve hatta sevmeniz için Yahudi veya İsraelli olmanız katiyyen şart değil. Ama İsrael dışında doğup da son bir, beş veya kırk kadar yılını bu ülkede yaşamış olanlar için kitap, bir “okunmazsa olmaz” yapıt bence.
Not: Kitap ilk olarak 2013 yılında ABD’de Spiegel & Grau tarafından yayımlandı.
Muhtelif ödüllerle birlikte, New York Times gazetesi “bestseller” sıfatını da aldı.
Comments