top of page

94 Yıllık bir yaşam: Janet Arguete

(ikinci bölüm)





Sinyora önce bir entrevista [görücü usulü evlilik] için Amerika’ya gitti. O günlerde bu tarz entrevistalar yapılırdı. Önce karşılıklı resimler yollanır sonra da kız veya erkek bir yolculuğa çıkar eşlerini tanımaya çalışırlardı. Sinyora işte böylesi bir düşünce ile Amerika’ya gitti. Nedeni belli olmıyan başarısız bir atılımdan sonra “Kon loz mokoz enkolğadoz” [Bu deyim başarısız girişimler sonucu kullanılır] geri döndü. Bursa’da Mösyö Semo ile evlenerek Menahem, David, Sami, Nesim adında 4 oğlu oldu.


Oro İsak Tovi ile Bursa’da evlendi; Kemal, Sara, Camile adında çocukları oldu.


Coya Mösyö Seviya ile evlendi Janet ve Jak adında iki çocuğu oldu. Jak İsrail Başkonsolosluğu yaptı.


Rebeka Mösyö Bensason ile evlendi. Menahem, Rıfat ve Albert adlı 3 oğlu oldu.



Babam Jak Sages Bursa’da doğdu (1881). İstanbul’a sıkca gidip gelirdi. Çok eğitimli değildi ama itibarlı bir tüccardı. Babamın yakışıklılığı dillere destandı. Fabrikasındaki kadınlarla çok iyi ilişkileri vardı. Sert bir baba idi. Oğluna ve eşine otoriter tavırlar sergiler bana gelince yelkenleri suya indirirdi. Din konularına oldukça soğuk bakardı hatta annem ile münakaşalarının birkaçı dini geleneklerin uygulanış şekilleri ile ilgili idi. Cumartesi sabahları sammas kapımız çalıp da “Mösyö Sages al kal” [Bay Sages sinagoga] diye seslendiği zaman ben de “En la fabrika de Paskal” diye cevap verirdim. Sammasın kapıya gelip de cemaati sinagoga gelmeyi teşvik ettiği saatlerde babam fabrikada olur ipek kozalarının birbirlerine dolanmamalarını sağlardı. İpekçilik onun hayatı idi. İpek mancırığı denilen bir kavram vardı. Bu kon uda uzmandı. Daha az kozadan daha çok ipek elde etmeyi bilirdi. [Bugünlerde bile Bursa bugün tekstil piyasasının kalbinin attığı yerdir] Ticaret hayatındaki itibarını da hep korudu.


Hayatının son yıllarında ağabeyimin de ısrarı ile annem ile birlikte İstanbul’a taşındılar. Ne yazık ki gelin kaynana anlaşmazlığı tabiatın bir kuralı gibi annem ve yengem arasında da yaşandı. Tabii ki sessizce... [O günlerde aile arasındaki anlaşmazlıklar ayyuka çıkmazdı. Mümkün olduğu kadar kol kırılır yen içinde kalır veya “les linges sales se lavent en famille” kirli çamaşırlar aile arasında yıkarnır düsturu hakimdi] Babam 1975 yılında İstanbul’da öldü


Annem de babam gibi çok çocuklu bir ailenin kızı idi.

Büyük abla Raşel Saporta benim tanıdığım zaman artık kocası ölmüştü. Çocukları olmadı.


Diğer bir kızkardeş Henriette Konfino Romanya’da yaşardı. Onu Türkiye’den ülkeden uzaklaştıran bir evlilik bağı idi. Ancak memleket hasreti Henriette için dayanılmaz bir hasretti. Türkiye’ye gelmek için yanıp tutuşurdu. Ağabeyisi bu isteğini yerine getirdiği zaman belki de çok geçti çünkü Henriette artık Türkiye’ye geldiğini bilemiyecek kadar hasta idi. Ve burada hayata gözlerini kapadı. Çocukları yoktu.




Lüsi Abravanel David Abravanel ile evlendi. Lüsi le David’in aynı soyadını taşımaları bir tesadüf değil, bir akraba evliliğinin işaretidir. Lüsi ile David kuzendirler. 1. çocukları Arman Abravanel sağlıklı bir çocuk olmasına rağmen

2. çocuk Neli sağır ve dilsizdi. Lusi Abravanel eşini İstanbul’da bırakarak kızı Neli ile İsrail’e gitti. İsrail’de kızına özel eğitim aldırdı kendi de sağır ve dilsizlerin işaret konuşmasını öğrendi. Neli orada evlendi. Neli’nin de ilk çocuğu normal doğdu ve büyükanne Lüsi’den konuşmayı öğrendi. Ne yazık ki 2. çocukları sağır ve dilsizdi ve büyükanne yaşamadığı için torunu da konuşmayı öğrenemedi.


Ester Molho Selanik’de yaşardı. 2. Dünya Savaşı’nın felaketinden nasibini almış bir aile idiler. Banka müdürü olan oğlu ve kocası deporte oldular. Kimse onlardan bir daha haber alamadı tıpkı 6 milyon Yahudiden bir daha haber alınamadığı gibi...


Diğer bir kardeş de Anjel Karako idi. İsak Krako ile evli idi. Kızları Ester Çakartaş ve eşi bir trafik kazasında hayatlarını kaybettiler. Ester’in kızı Gila bir prens ile Fransa’da evlendi. Bu prensin Yahudi olduğunu düşünüyorum çünkü anneanne Anjel Karako torununa tallet atmak üzere Paris’e gitmişti.Aslında her şey bir peri masalı gibi başlamıştı. Ama her parıldıyanın altın olmadığı gerçeği bu kez Gila için geçerli idi.Gila sedece 6 ay evli kaldı. Prens iyi bir adam değildi.Belki sahte bir prensti,Söylentiye göre no era ombre ansina diziyan (erkek değildi bu tabir homoseksüeller için kullanılır) Gila büyük bir depresyon geçirerek bu evliliğin bedelini hayatını karartarak ödedi.Gila İstanbul’a döndükten sonra gerek La Paix (İstanbul’un Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanelerinden biri) gerekse başka yerlerde tedavi gördü.Halen Balıklı Rum Hastanesin’nde(İstanbul’un Ruh ve Sinir Hastanelerinden biri) yatmaktadır Ester’in oğlu İsak ise yurtdışına kaçtı. Ondan bir daha haber alınamadı.



Jak Abravanel ağabeyilerin en büyüğü idi. Arjantin’de şansını aradı. Kardeşlerinin hiçbiri Jak’ı resimlerden başka yerlerde görmediler. Oğulları ile yapılan yazışmalardan bazı resimler ulaşsa da o günün şartları ile kardeşler hiçbir zaman kavuşamadı.


Diğer bir ağabey olan İsak Abravanel Viktorya Levi ile evli idi. Flor Benzonana, Eliza Elver, Sol Bener ve Coya Kohen adında 4 kızı oldu. Coya Kohen ve eşi gelinlerini Fransa’ya ceyiz hazırlamaya götürdüler. Dönüş yolunda düşen uçak bu hikayenin sonu oldu. Hepsi birlikte hayatlarını kaybettiler. [Coya Kohen’in oğlu İstanbul’da kalmıştı. Gelin kızın annesi babası damatları ile ömür boyu irtibatlarını kesmediler. Hatta bu genç evlendi çocukları oldu. Ölen kızın anne ve babası daima ailenin bir parçası gibi kaldı]

İda David Taşman annemin bir diğer kızkardeşi ve eniştesidir. David Taşman bir rus göçmeni idi.Tam bir rus asilzadesi idi. Rusya’da diş hekimliği okumuş ve uzun bir süre mesleğini icra etmişti. Daha sonra Rusya’nın kötü idaresi ve prgromlardan kaçarak İstanbul’a geldi. Bir söylentiye göre David Taşman’ın Rusya’da bıraktığı Boris adında bir oğlu vardı. Eşi ölmüştü ama bu çocuk hiçbir zaman İstanbul’a gelmedi. Baba oğul arasında bir irtibat olmadı. David Taşman İstanbul’a geldikten sonra muayenehane açma hakkı olmadığı için bir başka diş hekiminin yanında çalıştı. Çok kibar ve efendi bir adamdı. Teyzeme çok iyi bir hayat yaşattı. 25. evlilik yıldönümlerini kutladılar. 80 yaşında öldü. Beni de çok severdi. Yalnız onunla kağıt oyun oynamamak lazımdı. Çünkü hep kendisi kazanmak isterdi. Bu da David Taşman hakkında hatıorladığım bir şaka İda’nın çocuğu henüz karnında iken dolanan kordon bağı ile ölüme sürüklendi. Bir daha da çocuğu olmadı.


Annem Mari Sages’in evlenmeden önceki soyadı Abravanel’di. Mari Sages kültürlü bir kadındı. Öğretmendi. Bursa’ya gelin geldiği zaman eşinin kardeşleri henüz evlenmemişlerdi. Hep birlikte oturmaya başladılar. Annemin fransızcası ileri düzeyde idi. Dini inançları çok kuvvetli idi. Lampara [cuma günü Şabat olmadan evvel ev hanımını bir dua ile yaptığı iki ışık. Bu işlem eski günlerde yap içine pamuk yuvarlıyarak yapılırdı. Şimdi ise mum yakılıyor] yakardı kaşerut kurallarına uymaya çalışırdı. Bizim evin en zor günleri pesah bayramına yakın olan günlerdi. Annem en yukarıdan başlamak üzere evi temizler ve temizlenen yere pesaha kadar girilmemesini isterdi. Bu uygulamaya “Ya entro pesah en esta kamareta” denirdi. Sıra yemek odasına gelince babam sinirlenmeye başlardı. Çünkü kortijo dediğimiz giriş bölümünde yemek yemek babamın hiç hoşuna gitmez masayı devirirdi. Annem ise tüm sakinliği ile pesah hazırlıklarına devam ederdi. Süsüne püsüne çok düşkün olan annem babamın işten gelmeden rujunu sürmeyi ihmal etmez çoğu zaman küpelerini ve kolyesini de takardı.


Bursa’da düğün olduğu zaman Bursa’lı kadınlar İstanbul’a kıyafet diktirmeye giderlerdi. O günlerde beğenilen bir terziye hanımların hepsi aynı anda rağbet ederler terzi de hepsine aynı kıyafeti diker düğün sırasında da hepsi bir örnek olurlardı. Bundan ders almazlar bir sonraki düğünde aynı işlemi yapmaya devam ederlerdi. Öğlenden sonra bahçelerden birinden bir kahve kokusu yayılmaya başladı mı mahallenin kadınlarının toplamaya başladıklarının işareti idi. O günlerde en büyük eğlence birlikte toplanarak kışlık erişteyi açmak, salçayı hazırlamak veya Cuma için yapılacak yemekleri konuşmaktı. Tüm bu önemli işler kahve molaları ile süslenirdi. Annem tam kendi arzu ettiği gibi öldü. Bir akşam çıktıkları bir gezintiden döndükleri zaman kendini iyi hissetmedi işte o kadar. Takvim 1968 yılını gösteriyordu.


Geniş iki ailenin Abravanel’ler ve Sages’lerin çocukları Mari Abravanel ve Jak Sages evlendikleri zaman Bursa’da yaşamaya başladılar. Entrevista usulü evlendiklerini biliyorum. Annem Selanik’den geldi babam Bursa’da yaşıyordu. Bursa’da aile toplantıları önemli idi. Yahudi derneği vardı. Balolar olurdu annem ve babam bu balolara katılırlardı. Bursa’da lüks bir hayat yoktu ama düzgün ve güzel bir hayat vardı.


Ben bu ailenin 2. çocuğuyum.


Ağabeyim Menahem Sages 1921’de Bursa’da doğdu Eğitimini St George Lisesi’nde devam etti. Ama bitiremedi. Birkaç sene bu okula gittiğini biliyorum ama neden bitiremediği hakkında bilgim yok. Aslında o devirlerde hele çocukların bir şeyleri sorgulamaları mümkün değildi. Okulu

Bırakırsa bırakır devam ederse de edersi. No es komo la espeputina de ağora (Bugünkü itina yoktu) Eşi Rene Nahmias amcam Mişel Sages’in ilk karısı Margörit’in kız kardeşi idi. Çok güzel bir kadındı ama çok fazla titizdi hastalık derecesinde titizdi. Evine gittiğimiz zaman yüzünden önce ayakkabılara bakardı. Oğlu ile arası çok iyi idi. Oğluna bir bebek gibi bakardı eşine de çok itina gösterirdi ama biz ağabeyimin evine pek gitmezdik o bizim eve gelip beni görürdü. Ağabeyim ile çocukluklarımız hiç ama hiç benzemezdi. Çünkü huylarımız benzemezdi. O sakin ben ise haşarı ve yaramazdım. O ne içki içmesini severdi ne de kumar oynamasını severdi. Sigara içmezdi. Ama nedense çocukluk yıllarında dayak yiyen hep o olurdu. Ben ağaçlara tırmanırdım o evde otururdu.


Oğlu Jak Sages 1946’da İstanbul’da doğdu. İlkokulu Kurtuluş İlkokul’unda okuduktan sonra High Scool’a gitti (İngilizce eğitim veren bir okul). Ve önce İsrail’e gitti. Serüven. Daha sonra Kanada’ya göç etti. Halen Kanada’da Viktorya kentinde yaşıyor. O günlerde büyükbaba ve büyükanne ismini koymak bir gelenekti. Yani Menahem’in oğlu babamın adını taşıyor. Ağabeyim oğlunun Türkiye’de askerlik yapmamasını istedi bu yüzden yurtdışına gitmesini özellikle destekledi. İsrail’e gitmesi gibi Kanada’ya gitmesi de macera idi ama ağabeyin sanki bu macerayı sürekli destekledi. Ağabeyim oğlunu görmeye gittiği Kanada’da 1984 yılında vefat etti.


Ben de geleneklere uygun olarak büyükannemin adını taşıyorsam da Camila benim sadece nüfus kağıdı ismin. Gündelik hayatta Janet veya Jana olarak çağırılırım. Camila olduğumu sadece pasaportumu kullandığım zaman hatırlarım. Ben 1924’de doğdum. Doğduğum zaman oturduğumuz ev ile gelin olarak İstanbul’a gittiğim zaman ikamet ettiğim ev aynı idi. O mahalleye “La Juderia” denirdi. Bursa Yahudilerinin hepsi aynı sokakta otururdu. Etrafı ağaçlar ile dolu yokuşun her iki tarafında evler dizili idi. Çatalfırın dediğimiz yere kadar sadece Yahudiler otururdu. 3 sinagogumuz vardı Yiruş Mayor ve Etz Hayim. Kalabalıktık, kardeş gibi idik. Evimize yardıma gelen fakir ailelerin kızları ile birlikte oynar birlikte yemek yerdik. Fabrikadan hergün gelen Hanife Hanım babama yemek götürürdü. Hanife Hanım fabrika işçilerinden biri idi. Taze yemek yemeyi seven babam bir önceki geceden artanı değil de o gün pişen yemek ile öğle yemeğini yemeyi severdi. Hanife Hanım geldiği zaman sefertasısına konan yemek babama fabrikaya giderdi.


Annemin tatlı yaptığını fırsat bilerek evden kaçtığım bir gün sokakta yürümeye devam ettim. Annem benim evde olmadığımı fark edince üzerindeki mutfak önlüğü ile sokağa fırlar ve beni bir kadının elinde bulur. Annem “Ver bana çocuğumu” diye feryat eder. Kadın polis çağırır ve annemin benim annem olduğunu ispat etmeye davet eder. O günlerde babamın tanınmış biri olması ve çevredeki kişiler ile arasının iyi olması sayesinde işler tatlıya bağlanır. Benim yaramazlıklarım biter mi ki? Soğuk kış günlerinde kar tutan yokuşumuz benim için en güzel eğlencelerden biri idi. Popomun altına çantamı koydum mu yukarıdan aşağıya hızla kayardım.


Sokağımızdan yoğurtçu, tavukcu, yumurtacı geçerdi. Yoğurtçu yoğurt dolu tablalarını bir sopaya asıllı ipler ile taşırdı. Biz de kendi kaplarımıza kilo ile satılan bu yoğurttan satın alırdık. “Loz vuevos del dede son grandes” [Dedenin yumurtaları büyük olur] diyerek şakalar yapılırdı. Tavukcu tavukları getirir annem ve komşuları tavukları hahama götürerek kaşer olup olmadıklarını kontrol ederler ve kaşerut kurallarına göre keserlerdi. Bazı tavukları da taref olarak ayırırlardı. Kesilen tavuklar bu kez yolunmak üzere gene yahudi kadınlara götürülür. O kadınlar hangi tavuğun kime ait olduğunu adeta ezberlerler ama zaman zaman da Madam Rebeka’nın tavuğu Madam Zelda’nınki ile karışırdı. Ama pişen tavuğun kokusu mahalleye yayılırdı. Cumartesi günü mahalleden ateşci geçerdi. Şabat günü ateş yakmayı uygun görmeyen Yahudiler Müslüman olan ateşciler sayesinde gerekli olan ışığı veya ocağı yakabilirlerdi. Bu gelenek annem tarafından benimsense de babam fabrikaya gitmeden ışıkları yakardı.


Mahalleden geçen o günlerin esnaflarından olan hallaççıyı da eklemek gerek. Hallaççı şiltelerimizi belli zamanlarda yenileyen içindeki pamuğu hallaç denilen bir alet ile döverek havalandıran bir kişi idi. Yorganları da aynı kişi dikerdi. Özellikle yaz sonbahar temizliğinde hallaççıların ileri yoğun olurdu.


Bursa’da alışveriş seyyar satıcılardan yapılsa da ticaretin kalbi Kapalıçarşı’da. Havlucular, kumaşcılar bu çarşının içinde idiler. Kapalıçarşı’nın sonunda Tuz Pazarı bulunurdu. Sezonda İpek kozaları mezat usulü pazarlanırdı. Üst katlarda ise avukat büroları veya ticaret ile ilgili bürolar vardı. Dayım Michelin (yabancı bir firma) lastiklerinin bayisi idi ve Kapalıçarşı’da bürosu vardı.

Bizim oturduğumuz ev 3 katlı idi. Şimdiki ikiz evler misalı aradaki bir merdiven ile komşu eve geçiş yapabilirdik. Alt katı bakkal olan bu evin bodrum katı adeta bir buzdolabı vazifesi görürdü. Her türlü erzak ve yemekler orada saklanırdı. Üst katta kortijo denilen giriş bölümü mutfak, tuvalet ve çamaşırlık bulunurdu. Eve gelen çamaşırcı kadını bile Tia Rahelina diye çağırırdık. [Çamaşıra gelen kadını aileden gibi sayarak kendisine tia - teyze dendiğini söylemek istiyor] Tia Rahelina çamaşıra bir girişti mi etraf mis gibi beyaz sabun kokar, beyaz çamaşırlar kazanlarda çivit [Çamaşırların beyaz olması için eskiden kullanılan bir madde] ile kaynatılırdı. Bahçede asılarak kurultulan çamaşırlar rüzgarda salınırdı. Kömür ocakları ve mangallar çamaşır günü yakılır, yemek de aynı ocakta pişirilirdi. Tia Rahelina’nın oğulları daha sonra çok zengin oldular ve annelerini de bu işten kurtardılar.Aslında biz İstanbul’a geldikten çok uzun seneler Tia Rahelina’yı görmedik. Daha sonra uzaktan bir akrabamızın dünürleri oldular ve oğullarını ve O’nu bir düğünde gördük. Oğullarının tenekecilik ve yağ işi yaptıklarını öğrendik.Bizim zamanımızda erkeklerin yaptıkları işi kadınlar pek bilmezlerdi. Erkekler izahat vermez kadınlar da ilgilenmezdi. Ama Tia Rahelina’nın oğullarının ticaret ile uğraştıklarını biliyorum.


Salonumuzda koltuk, kanape, doreli aynalı konsol vardı. Bugünlerde bu konsolların dekorasyon dergilerinde yer aldığını gördüğüm zaman “eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı” atasözünün pek de geçerli olmadığını anlıyorum. Yerler muşamba, merdivenler tahta idi. Muşambaları parlatmak temizliğin bir simgesi idi. Tahta merdivenler ise gıcırdardı. Temizlik malzemeleri bu kadar kuvvetli değildi elbette. Arap sabunu, beyaz sabun, çamaşır suyu kullanılırdı. Çeşmeden hep temiz su akardı, tüm katlarda soba bulunur mutfakta ise ocaklar yakılırdı.


O günlerde ulaşım bugünkü trafik keşmekeşine pek benzemediği için motorlu araçlar oldukça az, tek atlı talika brijkalar ise kullanılan bir araçtı. (Bu atlı arabaların çift atlılarına fayton denir.) Elbette otomobillerin bu denli az görüldüğü bu semtte çocuklar için yapılmış özel parklar olmasa da sokaklar, bahçeler bizlerin oyun alanları idi. Bizle bu ayrıcalık ile büyüdük bağlar bahçeler bizimdi. Sokaklarda sek sek (Sokağa tebeşir ile kareler çizilir, taş tek ayak üzerinde zıplanarak kaydırılır taşın çizgilere değmemesi sağlanır. Her mahallede sek sek oyununa ayrı kurallar konurdu. Başka mahallelerden gelenlere o mahallenin kuralları izah edilirdi. Mesela taşı ayağın üzerinde tutarak oynamak oyunu zorlaştırırdı ama o da ayrı bir kuraldı.] oynar ip atlardık.


Hamam Bursa’nın en büyük özelliklerinden biridir. Eski hanımların mikve alışkanlıkları da hamamın içinde karşılanırdı. Hamam sefalarında yemek hazırlamak adettendi. Birkaç ailenin toplanarak Çekirge’deki [Çekirge Bursa’nın kaplıcaları ile ünlü bir semtidir. Eski zamanlardan kalma hamamları vardır. Bu suların şifalı olduğu bilinir ve tedavi amaçlı da gidilebilirdi. Yakın zamana kadar doktor tavsiyesi ile kür şeklinde banyolar yapmak özellikle romatizma tedavileri için geçerli bir yöntemdi]


Gönlü Ferah Oteli’ne gitmesi o günlerin en gözde eğlencesi idi. Çekirge’de tek katlı oteller ve özel hamamı olan odalar, çok odalı oteller de vardı. Çekirge’ye gidildiği zaman bahçelerde oturulurdu. Sarmaşıklar ile kaplı şadırvanlarda sohbet etmek büyüklerimizin en çok sevdiği şeyler arasında yer alırdı. Bazen bu gezintiler günü birlik değil de birkaç günü kapsayabilirdi çünkü erkekler Çekirge’den de işe gidip gelirlerdi.


Piknikler Bursa yaşantısının vazgeçilmezlerindendi. Uludağ’a otobüsler ile çıkardık. Mangal alınırdı ama etler evden taşınırdı. Kaşerut kaideleri daima geçerli idi. Hatta dolmalar, salatalar bile evden yapılırdı. Soğusun diye kuyuya atılan karpuz kavunların iplerinin kopması zaman zaman hayalkırıklıklarına sebebiyet verirdi. [O günlerde buzdolabı kullanımı yaygın olmadığı için yazın karpuz ve kavunların soğuması için iplerle bağlanarak kuyulara sarkıtılırlardı. Bazen karpuz veya kavunlar ağır gelir ipler kopar karpuz ve kavunlar kuyuya düşerdi]

Okula başlamadan evvel mestra denilen bir okula giderdim. Mestra bugünkü anaokullarının bir çeşidi idi. Fransızca bilen Mlle. Suzan birkaç çocuğu evinde toplar, oyun oynatır, sözde Fransızca öğretirdi. Mlle. Suzan hiç evlenmemiş kadındı; zayıf çelimsizdi. Görene “vah zavallı” dedirten bir hali vardı. Mösyö Geron ise iri yarı bir adamdı. Orada çocuklar bugünkü yuvalar ile kıyaslandığında primitif koşullarda eğitilirdi.

Ben okula Yahudi mektebinde başladım, daha sonra İstiklal Mektebi’ne geçtim. Beraber okuduğumuz arkadaşlarım ile yıllar sonra tekrar karşılaştık. Hiçbirimiz değişmemiştik sadece nüfus kağıtlarımız eskimişti. Bu arkadaşlarımız ile birbirimize gider gelirdik. Bizi hor görmezlerdi. Yahudi olduğumuz için bizi küçümsemezler ,aşağılamazlar tam tersine bizimle birlikte olmak isterlerdi. Bursa’da bayram ziyaretleri de önemli idi. Biz okul arkadaşlarımız ve aileleri ile görüşürdük. Hepsi münevver ailenin çocukları idi.Okuldaki öğretmenlerimiz ile de aramız çok iyi idi. Öğretmenlerden Halit Bey ve Muazzez Hanım’ı hatırlıyorum. Okulda bu iki öğretmenin aralarında flört ettiklerini düşünürdük. Onları yan yana gördük mü hemen gülüşmeler başlardı. Ama öğretmenlerimize hiç saygısızlık yapmaz yüzgöz olmazdık Ben en çok öğretmenlerden Halit Bey’i severdim. Bayramlarda onların elini öpmeye giderdik.


Ben okumayı çok severdim. O günlerde çıkan tüm dergileri alırdım. Bilmece çözmek o günlerden kalma bir alışkanlığım. Tabii ki bilmece kitapları yoktu, gazetelerin bulmaca bölümlerini sabırsızlıkla beklerdik. Afacan Çocuk, Ses, Hayat dergileri, Doğan Kardeş sevdiğim mecmulalar arasında idi.


Çocukluk anılarımda ağabeyimin bar-mitzva’sı net bir şekilde yer alır. Üç gün üç gece eve misafir geldi. 2 gün eşe dosta bir gün de ihtiyaçlılara yemek dağıtıldı. Biz çocuklar ortalıklarda koşup oynadık. Havlular, pijamalar, çopralar gözde hediyeler arasında yer alırdı. 6 mecidiye (o günkü para birimi) iyi bir hediye sayılır, anne tarafından saklanırdı. Ağabeyim yalnız babam ile kala gitmişti. Annem onları evde bekledi ve tatlı dağıtmaya başladı. O günkü çocukların imkanları az ama mutlu idiler, şimdikilerin her şeyleri var ama sinirliler.


Bursa’nın yazlık mekanı Mudanya [Bursa çevresinde deniz kenarı bir ilçe] idi. Amcalarım yazlığa gittikleri zaman beni de yanlarında götürürlerdi. Orada da haşarılığımı gösterir, ağaçların tepelerine tırmanırdım. Babam Büyükada’yı çok severdi [Büyükada Marmara Deniz’inde bulunan adı Prens Adaları olan adalar topluluğunun biridir. Öteki adaların adı Kınalıada, Burgazada’sı, Heybeliada’dır. Günümüzde özellikle Burgazada ve Büyükada Yahudi toplumunun rağbet ettiği bir yazlık yeridir.] O günlerde de özellikle daha üst düzey kişiler Büyükada’ya yazlığa giderlerdi. Büyükada’da giyim kuşama önem verilir hanımlar şapkalı dolaşırlardı.



Biz bir ay Büyükada’daki (Marmara Denizi’inde bulunan Prensen Adaları adı ile anılan adalardan biri. Bu adalardan diğerleri Kınalıada, Burgazada, Heybeliada’dır.Yazları bu adalara gitmek özellikle Yahudi aileleri için çok önemli idi. Ada’ya gitmek bir statü sayılırdı. Kadınlar şapka takalrlar en güzel kıyafetleri ile eşlerinin vapurdan gelişlerini karşılarlardı.) Çankaya oteline giderdik. O günlere göre böyle bir tatil lüks sayılırdı. Babam her yaz 1.5 aylığına Çankaya Otel’inde oda tutardı. Otel tam pansiyon olarak anlaşılırdı. Yemeklerimizi orada otelde yerdik. Yaz başladı mı valizlerimizi alır oraya yerleşirdik. Büyükada’da giyilecek eşyalar ayrı idi. Ayrı bir alışveriş yapılırdı. Annem çok koket bir hanım olduğu için küpesi ve kolyesi olmadan odadan aşağıya inmezdi. Ben her sabah arkadaşlarım ile birlikte Değirmen Plajı’na (Büyükada’nın en ünlü plajlarından biri. Bugünlerde klüp oldu ancak azalar girebiliyorlar. O zamanlarda Büyükada’nın bir diğer güzel plajı Yörükali Plajı idi) giderdim. Annem denize girmezdi. Babam sadece hafta sonları gelirdi. Annem arkadaşları ile oyun onar veya debarkadere (adanın sahili) iner çay bahçesinde otururdu. Ben ve arkadaşlarım da yaz tatilinin tadını çıkarırdık.


Genç kız olduğum zaman 1940’lı yıllar artık Bursa’da da antisemitizmin yükseldiği devirlerdi. Bizlere “Çifut” derlerdi. Okuldan eve geldiğimiz zaman etrafımıza bakmadan yürürdük. Hepimiz [kuzinim Ester Çakartaş ben ve diğer Yahudi kızları) gösterişli kızlardık. Bu yüzden laf atılmasından, bize takınılmasından çok korkardık. “Vatandaş Türkçe konuş” bizim devrimizin en önemli olayları arasında idi. Türkçe konuşmayana 5 mecidiye (eski para birimi) ceza vardı. Zaten bu konuda anlatılan bir fıkra da vardır. Bir nüfus memuru bir eve gelmiş önce adınız ne diye sormuş. Rebeka Moşon’a sormuş “Ke disho, ke disho? [Ne dedi ne dedi] “KOmo moz yamamoz?” [adınız ne diye sordu] Moşon cevap vermiş “Rebeka ve Moşon”. Nüfus memuru sormaya devam etmiş. “doğum yılınız?” REbeka sormuş “Ke disho, ke disho? [Ne dedi ne dedi] “En ke anyo nasimos” [Ne zaman doğduk] Moşon gene cevap vermiş. Bu böyle devam ederken nüfus memuru sormuş “Ana diliniz nedir?” Rebeka gene sormuş “Ke disho, ke disho? [Ne dedi ne dedi] MOşon da “Ke lingua avlamoz en kaza” [Evde ne lisan konuşursunuz] Rebeka atılmış hemen “Turkças turkças” demiş.


2. Dünya Savaşı sırasında da çok korktuk bizler için fırınların hazırlandığı söylentileri bile çıktı. Bizim aileden Selanik’de yaşayan teyzem Esterina Molho ve banka müdürü olan eşi ,çocukları ve torunları ile birlikte toplama kamplarına gönderildiler.Çok muhterem bir aile idi ve çok zengindiler. Daha sonraki yıllarda bu paraları maalesef avukatlar yediler. Kızkardeşler bu serveti araştırdıkları zaman haklarının bir kısmını aldılar ama çok da uğraşamadılar. Mülkler hep gitti. Avukat ne kadar istedi ise o kadar gösterdi iş bitti. Annem üzülmekten başka ne yapabilirdik ki. Zaten bu olay hemen duyulmadı.Zamanla duyuldu. Duyulmaya başlandığı zaman artık çok geçti.Kızkardeşler bu serveti araştırdıkları zaman haklarının bir kısmını aldılar.


Kayınvalidemin iki erkek kardeşi vardı. Birinin adı Leon Ancel diğerininki ise Jojo Ancel di. Leon Ancel Fransa’da oturmakta idi. Helen adında Hıristiyan bir kadın ile evlenerek kendisini saklayabildi. Eşinin yardımı ile kurtulan Oncle Leon’un oğlu Dominique’i daha sonraki yıllarda tanıma fırsatını buldum. Diğer erkek kardeş Jozef Ancel zaten İsviçre’de ikamet etmekte idi. Savaştan etkilenmedi.


Trakya olaylarını duydum ama bizim aileden mağdur durumda olan olmadı.

Varlık Vergisi çok kişiyi zor durumda bıraktı. Babam fabrikada müstahdem olarak görünüyordu, dolayısıyla pek fazla etkilenmedi. Ama bazı ailelerin her şeyleri alındı. Aşkale’ye gidenler ve tabii ki dönemeyenler oldu.


6-7 eylül olaylarında ben artık İstanbul’da idim.Ben 1946’da İstanbul’a gelmiştim Kayınvalidemin Lüsi Arguete’nin Dereboyu’ndaki [Ortaköy’ün ana caddesi. Bu cadde üzerinde rumlar Yahudiler ve müslümanlar bir arada yaşarlardı. Bu caddenin ortasından bir dere geçer bir kaldırımdan ötekine köprüler ile geçilirdi. Ortaköy Yahudilerin İspanya’dan kaçtıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun ev sahipliği yaptıktan sonra İstanbul’daki ilk yerleşim merkezlerinden biridir. İstanbul Boğaz’ının kıyısında yer alır] evinin altında rum bakkal vardı. Çapulcular eve girerek kayınvalidemin halılarını kestiler. Kayınvalidem gecelikle kaçarak bize geldi. Ben ertesi gün sokağa çıktığımda yüreğim sızladı. Sokakta sürüklenen buzdolapları, çamaşır makineleri, top top kumaşlar, her türlü erzak çuvalları vardı. Etraf bir yağmadan öte bir savaş alanını andırıyordu. Benim dikkatimi çeken en büyük özellik ise Rumların korkusuzca hala Rumca konuşmaya devam etmeleri idi.


Eşim Avram Arguete prensiplerine son derece bağlı çalışkan ve dürüst bir adamdı. Önceleri çok zengindiler. Babası Albert Arguete’nin lakabı “Altın Arı” idi.Ortaköy’de manifatura dükkanları vardı.Ortaköy doğumlu idi.O dükkan zamanın en bol çeşitli dükkanı idi. Ama ben zenginlik günlerine denk gelmedim. Yo me topi en la aniyud [Ben yoksulluğa denk geldim] Varlık Vergisi bütün bu zenginliği sildi süpürdü. Kayınpederimin hayatında bir tek polis ile işi olmamıştı. Varlık Vergisi sırasında polisler dükkanına geldiler. O ah ile hastalandı ve 1946 yılında öldü.



Annesi Lüsi Arguete’nin genç kızlık soyadı Ancel idi. Lüsi Arguete ortaboylu hatta kısaboylu da denebilecek boyda beyaz saçlı



Lüsi Arguete’nin hikayesi oldukça ilginçtir. Kayınvalidem ilk evliliğini yaptığı zaman grip salgının olduğu bir dönemdi. Bu salgına grip espagnole adı verilmişti.Bu salgın gazetelerde haber olarak da çıkmıştı. Düğün gecesi henüz eşi ile ilişkiye bile girmeye vakti olmadan eşi. öldü. Lüsi gelinliği üzerinde kız oğlan kız tabir edilen bir şekilde dul kaldı. İspanyol gribi ile anılan bu grip tarihe salgın olarak geçmiştir. Yüksek ateş ve ani ölüm bu hastalığın tipik belirtileri idi. Lüsi Arguete de eşi ile evlendiği gece böyle bir malheur ( mutsuzluk,felaket anlamında kullanılır)yaşadı.


Bu hayalkırıklığı ile Lüsi hayata küstü.Ortaköy’deki akrabalarının yanına gezmeye gitti. Aslında O’nu Ortaköy’e çağırmalarının nedeni kayınpederim Anri Arguete ile tanıştırmaktı. O zamanlarda dul bir kadın atacağı adımları çok dikkatli atmak zorunda idi. Lüsi aslında hayata çok pozitif gözle bakan ışıl ışıl bir kadındı. Hediye dağıtmayı çok severdi. Bu yüzden çantası daima şeker çikolata ile dolu idi. Çocuklar onu görünce mutlaka yanına yaklaşırlardı. Kısa boylu beyaz uzun saçlarını ensesinde kurulika(bir çeşit topuz) yapan bu kadın O günlerin psikolojisi ile bir çocuklu dul olan kayınpederim Anri Arguete ile evlenmeye razı oldu. Anri Arguete Ortaköylü de eşini kaybetmişti. Çok dindar kendi halinde bir adamdı. Lüsi ile yaş farkı vardı. Yaş farkının yanı sıra, kültür farkı, hayat görüşü farkı da vardı.Lüsi çıkmayı gezmeyi, para harcamayı, insanlarla olan dialoglarını sağlamlaştırmayı seven modern bir kişi idi. Kayınpederim Anri ise içine kapanık din kitapları arasında kaybolmuş ömrünü din kitapları arasında geçiren bir kişi idi. Aile yapılarından gelen farklılıklar vardı. Lüsi’nin kardeşleri dolayısı ile yurtdıişı bağlantıları dolayısıyla batı kültürüne yatkınlığı vardı. Anri ise iyi bir insandı o kadar. Anri’in ilk karısından olan kızı Suzan’ı, Lüsi kendi çocuklarından asla ayırt etmedi. Lüsi evlendiğinde Suzan 5 yaşında idi.Ama Lüsi’nin göz bebeği olmuştu. Suzan Lüsi’nin annesi olmadığını bilirdi. Hatta anne tarafı Suzan’ı görmeye gelirlerdi. Ama Lüsi Suzan’ı kendi öz çocuklarından ayırt etmediği gibi bazen kayırırdı bile.Gezmeye giderken Suzan’ı mutlaka götürürdü.


Suzan canlı neşeli bir kızdı. Daha ileriki yıllarda çok da becerkli bir kadın oalrak ortaya çıktı. Suzan kayınvalidem Lusi ile benzer bir kaderi paylaştılar. Suzan, Albert Çukran ile evlendiği zaman Albert’in karısı da doğumda vefat etmiş ve kızı Beki’yi annesiz bırakmıştı. O günlerde Beki’ye ölen annesinin adı verildi. Suzan bu duyguyu iyi bildiği için bebeği bağrına bastı. Hatta kendi doğurduğu 3 kızkardeş, Jüliyet, Sara, ve Zelda’ya da bu üveyliği yıllarca anlatmadı. Beki’ye gerçeği nişanlısı anlattı. Beki’nin ilk tepkisi “Farketmez Suzan annemdir. Lütfen kızkardeşlerime söylemeyin” olmuştur. Gerçekten de her kardeşe Beki ile ayrı anneden oldukları nişanlıları tarafından söylenmiş ve kızkardeşler ömür boyu bu gerçekten kendi aralarında dahi hiç konuşmamışlardır. Suzan’ın yaşlılık yıllarında ise damatlar onu eve almak üzere yarıştılar.


Jüliyet Jojo Franko (bir diğer soyadı Aker’dir) ile evlendi. Sami ve Ari adında iki çocuğu varıdr. Sara İbrahim adında bir bey ile evlendi 3 tane kızı var. Zelda da Refik Çelik ile evlendi. Refik’in de ilk evliliğinden bir kızı vardı. (Lüsi Arguete evlendiği zaman Suzan’ı buldu. Suzan evlendiği zaman Beki’yi buldu. Suzan’ın bir diğer kızı Zelda da evlendiği zaman ilk evliliğinden bir kız çocuğu olan bir bey ile evlendi. Böylece üç nesil kadınlar 2. evliliklerini yapan beylerle evlenerek birer kız çocuğunu evlat buldular)


Kayınvalidem’in kızı Ceni Arguete, Marko Uziyel ile evlenmişti. Bella adında tek bir kızı vardı. Ceni orta boylu şişman bir kadındı.Annesi Lüsi ile birlikte yaşardı. Marko Uziyel’in maddi durumu pek parlak değildi Ceni Marko Uziyel Nişantaş’ında (İstanbul’un en iyi semtlerinden biri)bir bodrum katında otururlardı. O ev rutubetli bir evdi. Kayınvalidem o evi dahi şirin bir hale getirmeyi başarmıştı. Lüsi’ye İsviçre’de oturan kardeşlerinden para takviyesi gelirdi O da kızına verirdi.Ceni’nin kızı Bella imkansız bir ailenin kızı gibi büyümedi.Her zaman her şeyin en iyisi Bella için seferber edildi. Bella evlendi ama çok genç yaşta dul kaldı. Bir tek oğlu oldu. Oğlu da üniversite sınavlarına öğrenci yetiştiren bir öğretmendir.


Yomtov Bonjur Arguete ise ailenin gözbebeği idi. Keti Frankfort ile evlenmişti. Keti alman yahudisi idi. Babası bir banka sahibi idi. Judeo espagnol bilmez aile arasında bu lisan konuşulduğu zaman da suratı bir karış olurdu. Frankfort ailesi aristokrat bir aile idi. Komo se dize vuantes balankaz(Beyaz eldiven ile konuşmak bir tabirdir.Üst seviyede biri ile konuşulduğu zaman söylenen bir tabirdir) Onların evine gittiğim zaman hayret ederdim. Kolalı beyaz masa örtüleri, kolalı peçeteler. Farklı bir dünya görüşü ile karşılaşırdım.


Eşim Avram Arguete prensiplerine bağlılığı ve sert tepkilerinden dolayı Ortaköy’de “Führer” lakaplı idi. Artık siz düşünün. Kısa boylu, her zaman acelesi olan, çabuk çabuk yüriyen telaşlı bir kişi idi. Bizim karşılaşmamız da tesadüf eseri olmuştur. Aslında büyümeye ve serpilmeye başladığım zaman entrevistaya [görücü usulü evlenme] da çıkma zamanım geldi demekti. Bu amaçla İstanbul’a geldim ama tanıştırmayı düşündükleri kişinin bana uygun olmadığı ortaya çıkınca dönüş yolunu beklemeye başladım. Bana öngörülen çocuğun elinin sakat olduğunu söylemişlerdi. Bu arada eşim de ilk nişanlısından ayrılmıştı. Bu ayrılığın sebebini bilmiyorum ama yıllar içinde eski iki nişanlı karşılaştıkları zaman medeni bir şekilde selamlaşırlardı. Büyükada sokaklarında o hanım ile ben de selamlaşır konuşurdum.


Eşim bu ayrılıktan sonra sokakta dalgın dalgın yürürken bir arkadaşına rastlar. Derdini anlatır, derman yeni bir entrevista yeni bir nişanlı aramaktır. Mme Rosa Palaçi’n bizim komşumuzdu. Eşimin de bir aile dostları idi. Mme Rosa Palaçi Albert Arguete’nin bu durumunu öğrenince bize kendi evini açtı. Orada karşılaştık.Eşim güzel, temiz giyimli bir beydi. Ben de orada idim.Babam ile eşim arka odaya girdiler. Ben de salonda bekledim.Konuşmaları bitince bana söz kesildiğini söylediler. Babam, gözbebeğine, bana Albert’i beğenip beğenmediğimi dahi sormadı. Ben bu olaya hiç tepki vermedim sanki olması gereken olmuştu. Böyle olması gerekiyordu gibime geldi. Eşim de hiç tepki vermedi. Gayet soğukkanlı bir şekilde olayı kabul etti.


Ertesi gün tekrar buluşuldu, tratos [pazarlık, yani drahoma kız tarafının evlilik sırasında erkeğe vermesi gereken para] başladı. Eşimin teyzesi Tant Recina arabuluculuk etti. Benim kayınvalidemin ağzı vardı dili yoktu.Tant Recina bu işleri bilirdi. Üçbin lirada anlaşıldı. Eşim çok dürüst bir erkek olduğu için bu paranın bin lirasını bizden önce evlenecek olan kızkardeşi Ceni’ye vereceğini açıkladı. Böylece eşimin elinde ikibin lira kalacaktı. Anlaşma sona erince iki nişanlı sokağa çıktık. Eşim bir bahane ile beni bende evinin anahtarı olan teyzemin evine götürdü ve yüzümdeki bütün makyajı silmemi istedi. O anda ne kadar kıskanç biri olduğu ortaya çıktı. Evet gerçekten çok kıskançtı Bursa’ya bile gitmemi istemezdi. No seya ke me arevaten los flörtez de Bursa [Bursa’daki flörtlerim belki beni kaparlardı]


Nişan Bel_Vu diye bir lokalde yapıldı. Yüzük takılıp takılmadığını bile hatırlamıyorum.24 Hazıran 1946’da nişanlandık, 24 Ekim 1946’de nikah yapıldı, 24 Kasım 1946’da Züfaris Sinagog’unda yapıldı. (Zülfaris Sinagogu İstanbul Sinagoglarından biri idi. Bu sinagog son yıllarda 500.yıl Vakfı tarafından müze haline getirildi). yapıldı. Bursa’nın en ünlü geleneklerinden biri de çeyiz gösterme geleneğidir. Annem çok güzel bir çeyiz hazırladı, ud eşliğinde çeyiz gösterildi. Kayınvalidem bu işlere pek önem vermezdi. Zaten ben evlendiğim zaman yeni dul kalmıştı.Pek de bu işlerle uğraşacak keyfi yoktu. Ama gelenek gelenekti ve yapıldı. Siyah palto, açık renk palto, siyah tayyör açık renk tayyör, ipek elbise işlemeli gecelikler, masa örtüleri bir çeyizin olmaz ise olmazlarındandı. Düğün gecesi Park Otel’ine [Taksim’de zamanın en lüks otellerinden biri]. gittik büyük bir gizlilik içinde. İkimiz yalnızdık ve kimseye de haber verilmemişti. Bu gizliliğin sebebini ben halen anlamış değilim. Aileden kimseye hiçbir şey söylenmezdi. Sanki gizli kalırsa ve kimse bilmez ise eşimin ileri daha iyi yürürdü. O öyle düşünürdü. Çok şeyden korkardı nazardan ,kem gözden, kendisinden konuşulmasından hiç hoşnut olmazdı. Bu açıdan yapacağı her işi gizlilikle yapar kendince konu olmayı engellerdi.


İlk evimiz 40 lira kira ile Tokatlıyan Pasajının [Beyoğlu’nda bir pasaj. Eskiden eğlence mekanlarının bulunduğu bir yer] arkasında bir evdi. Kiranın yarısını kocam, yarısını da babam veriyordu. Bu bir dota anlaşması değildi ama babam bizim sıkıntı çekmemiz için elinden geleni yapardı. Çamaşırlar bile Bursa’ya gider yıkanır ütülenir geri gelirdi. Peynir yağ gibi bazı temel gereksinimlerimiz de Bursa’dan gelirdi. Kocam için her şey prensipti.Dürüstlük adına her şeyi yapardı. Borç harcı hiç sevmezdi. Evimizi döşerken birçok şey hediye geldi. Lamba masa iskemle hep hediye geldi. 400 liraya birisinin 40 yıl kullandığı bir yatak odasını aldık. Şu anda o yatak odasının bir parçası halen duruyor. Nerede ise antika oldu.


Ağabeyim düğün hediyesi olarak koltuk ile radyo arasında seçim yapmamı istedi. Ben zaten kendimi gariban gibi hissediyordum ve radyoyu tercih ettim. Portokal sandıklarından bir sedir yaptım. Dotadan arta kalan ile de eşim hırdavat işi açtı. İkibin lira ile ticaret hayatına atıldı. Eşimin işleri yavaş yavaş gelişmeye başladı. Hep bana “sen bana çok uğurlu geldin” derdi. Beni hiç çalıştırmadı, keşke çalışsaydım ama kıskançlığı beni çok yorardı. Çıkmak yok, girmek yok, Bursa’ya gitmek katiyyen yok. Çok kavga ederdik.Eşim prensip sahibi olmakla birlikte çok da alıngandı. Mesela traş olduktan sonra ‘’sıhhatler olsun’’ demedim diye benimle darılırdı. Bir başka gerçek de şudur ki varlıklı bir ailede büyümüş bir kız kendinden daha düşük varlıklı bir bey ile evlenirse ve aradığını bulamaz ise sıkılır. Bu sıkıntı kadının içinde büyür, erkeğin o hayata ulaşmak için gösterdiği çaba onu sinirli yapar.Bu kavgalardan kimi zaman ben kimi zaman da eşim ön plana çıkardı. Bir hayat işte böyle geçip gitti.


Kocam çocuk için deli olurdu. Aybaşı olduğum zaman kıyametler kopardı. “Çocuğum olmayacak” diye dövünürdü. Kayınvalidem onu teselli ederdi “akıllı ol Albert, olmaması için bir neden yok” derdi. Lüsi’ye hamile kaldığım zaman dünyalar onun oldu. Ama o kadar zor bir hamilelik, o kadar zor bir doğum, o kadar zor bir lohusalık geçirdim ki adam bir daha çocuk istemedi. Lusi doğduğu zaman dünya tatlısı bir bebekti, ya da bana öyle gelirdi ama ben durup durup bayılıverirdim. Annem bu dönemde beni Bursa’ya götürdü, iyileştirdi ve tekrar İstanbul’a yolladı.



O dönemdeki evim Kuledibi’nde idi. hem çok küçük hem de küf içinde rutubet içinde bir evdi. Kısa bir süre içinde tekrar ev değiştirdik ve 11 sene oturacağımız eve taşındık. Cihangir’de [ İstanbul’da bir semt. Bu semt zaman içinde çok değişikliklere uğradı. Önce İstanbul’un en mutena semtlerinden biri idi. Deniz manzaralı evler iyi aileler tarafından ikamet edilirdi. Daha sonra imaj değişti. Bu kez travestilerin mekanı oldu. Şimdilerde ise sanatçılar semti olmaya aday. O güzel evler tekrar eski sahiplerini buluyor] manzaralı bir ev, ama hava parası 500 lira. Bizde bu para ne arar. İşte o günlerde dostlar dostluklarını gösterir. Gene benim ailemden bir arkadaşımız bize borç verdi. Borç aldığımız parayı kısa zaman içinde iade ettik.Zaten eşim benim ona çok uğurlu geldiğimi her zaman söylerdi. Daha sonra Pangaltı’ya [İstanbul’da bir semt.] taşındık.


Kızım Lüsi (Doğal olarak kayınvalidemin adını taşıyor)1948 yılında doğdu. Ailede her bebeğin gelişinde olduğu gibi bir bayram havası esti. Ama doğumdan sonra ben çok zayıf kaldım bebeği emzirirken durup dururken bayılırdım. Annem Bursa’dan gelerek bana baktı. Bir süre sonra artık bizim evin çok küçük olması nedeni ile Bursa’ya geri dönmesi gerekti. Beni ve bebeği da aldı ikimize de Bursa’da baktı beni sağlığıma kavuşturdu ve İstanbul’a geri yolladı. Bu süre zarfında eşim de hafta sonları Bursa’ya gelirdi. Kızıma çok güzel doğum günleri hazırlardım. Komşular kuzenler gelirdi. Her doğum gününde Beyoğlu’na [İstanbul’un en gözde alışveriş sokağı. Kaldırımın her iki tarafında mağazalar dizili idi. Avrupa mal satan mağazaların yanı sıra ünlü lokantalar da bu sokakta dizili idi. Sinemalar da Beyoğlu’nda idi. Kadınlar şapka giymeden sokağa çıkmazlar. Erkekler de baston ve fötr şapkaları ile dolaşırlardı. Tranvay da bir ulaşım aracı idi] çıkar ona en güzel mağazadan bir elbise alır fotograf stüdyosuna götürür resim çektirirdim.



Kızım ilkokuldan beri çok iyi bir talebe idi. Babasına göre notları hep 9 veya 10 olmalı idi. Zaten de öyle olurdu. St Benoit Fransız Kız Ortaokul’unu bitirdikten sonra Notre Dame de Sion’a (Bu okullar Fransız hükümeti tarafından desteklenen tedrisatının tümünün Fransızca olduğu okullardı) girdi. Kızım 18 yaşına gelmeden Eliya Barokas ile nişanlandı. Daha doğrusu nişanlandırıldı diyebilirim. Kocam kızımın eşini piyasadan araştırıp buldu. Anlayacağın o da entrevista ile [görücü usulü] 1965 yılında Neve-Şalom’da evlendi.Gece Lido’ya gittik çok az kişi arkadaş hiç yok aileden de sınırlı sayıda kişi vardı. Tabii ki kızımın entrevistası benimkine pek benzemezdi. Damadım gelir kızımı alır dışarıya çıkarlardı. İlk buluşmalarında Eliya gelerek kızımı aldı. Onlar önce biz arkada sokağa çıktık. Daha sonra 1.5 sene nişanlı kaldılar ve o süre zarfında görüşme fırsatını buldular. Kocam düğünden önce birgün bana damadımı ve kızımı mezafranka yeni evlilerin ilk yıllarında harcamalarını kısmak amacı ile kız tarafının damadı eve alması ve tüm ihtiyaçlarının karşılanması bir nev’i iç güveysi anlamındadır] aldığımızı söyledi. Bunu da birçok şey gibi bana sormadan karar vermişti. Hoş bana sorsaydı da fikir beyan etmek gibi bir lüksüm yoktu. Bana pek fazla fikim sorulmazdı. Elbette bu beni çok üzerdi. Ama başka türlüsüne görmediğim için sanki doğrusu bu imiş gibi gelirdi.



Evimi yeni evlilere göre tanzim ettim. Onlara büyük odayı tahsis ettim ve yeni yatak odası aldım. 3 yıl, yaz kış 5 yıl da sadece yazları olmak üzere benim ile birlikte yaşadılar. Ama damadım gerçekten çok iyi bir çocuktur. Dotayı evlenmeden önce istemişti. O zamanlar böyle uygulamalara pek sıcak bakılmazdı. Kimileri “Albert loko sos tu dota se da de antes? [Albert sen deli misin. Drahoma evlenmeden verilir mi?] dediler. Eşim de “Si me las komyo las paras ke me las koma, ma a la ija ke no me la keme [paramı yiyecekse yesin ama kızımı yakmasın] dedi. Ben düğün için çok güzel bir kumaş kestim ve bir terziye götürdüm. Kumaş biraz pahalı idi. Kocama nasıl söyliyeceğimi bilemedim. Ama o da beğendi ek fazla da sesini çıkarmadı. Eşim bu arada ticaret hayatında da başarılı olmaya başladı. Manifatura tekstil gibi birçok iş yaptı. En son emekli olmadan önce iç çamaşırı işi yapardı. Anadolu’ya fanila ve iç çamaşır yollardı. 2003 yılında vefat etti. Nefes darlığı vardı. Bronşlarından rahatsız idi. 6 ay gibi kısa süren bir hastalık döneminden sonra hayata gözlerini kapadı.


Lusi Barokas’ın halen İsrail’de ikamet eden 1969 doğumlu Şemi adında bir oğlu ve İstanbul’da yaşayan 1972 doğumlu Zelda adında bir kızı var. Eşim Albert Arguete çocuklarına çok düşkün bir insandı, hele torunları için canını verirdi. Kızım Lusi seyahate çıktığı zaman çocuklar bende kalırlardı. O zaman işte Albert onlardan daha çok çocuk olurdu. “Ya komyo no komyo, ya tosyo, ya sudo “[yemek yedi, yemedi, öksürdü, terledi] diye diye beni perişan ederdi.


Torunlarım benim her şeyimdir. Onları çok severim. Şemi otelcilik okudu. Sheraton Otel’inde barmenlik yaptı. Daha sonra staj için gittiği İsrail’de yaşamaya karar verdi. Annesinin 25. evlilik yıldönümünden hemen sonra hayallerini gerçekleştirmek için İsrail’e gitti. Ronit Simonpur ile evlendi.Linoy (1998 doğumlu)ve Maya(2003 doğumlu) adında İki tane küçük torunum var.


Zelda (1972 doğumludur) ise benim evimde büyümüştü. Son derece sempatik bir kızdır. Las piedras de la kaye la konosen [Sokaktaki taşlar bile onu tanırlar] Günün modasına uyarak ailesinden ayrı yaşıyordu.Kendi parasını kazanmaya başlayınca anne ve babasının Ortaköy’deki (İstanbul’un bir semti.) katlarına taşındı. Babası biraz tutucu idi. Ama başa çıkamadı. Her Şabat sofrasında ayrı çıngar kopardı. “Kiminle çıkıyorsun? Kaçta geleceksin?” yüksek sesle sorulan sorular arasında idi. Bir gün beraber çıktığı çocuk ile birlikte gezerken annesinin hediye ettiği yüzüğü kaybettiğini gördü ve çok üzüldü. Arkadaşı Vedat Eskinazi onun dağınık bir kız olduğunu ve herşeyi kaybettiğini iddia etti. Daha sonra birlikte bir Uzakdoğu seyahatine çıktılar. Gece yemeğinde Zelda masasının üzerinde bir çiçek buketi gördü, arkadaşına teşekkür etti. Arkadaşı da bu kez buketin içine bakmasını önerdi. Buketin içine bir kutu ve bir yüzük vardı. Bu romantik evlenme teklifinden hemen sonra bizlere telefon ettiler ve nişanlandıklarını söylediler. Kaybolan yüzüğün esrarı da çözülmüş oldu, arkadaşı ölçü olsun diye almıştı.



Zelda Barokas ile Vedat Eskinazi nikahlandıkları zaman çok mutlu oldum. Bu nikah Bozcaada’da yapıldı [Bozcaada Egedenizi’nde üzüm bağları ile meşhur bir ada]Bozcaada’yı çok severlerdi. Değişiklik olsun istediler. Davetlilerin hepsi otelde yerlerini ayırttılar. Özel olarak minibüs tutuldu ve nikahın olacağı yere gidildi. Davetlilerin hepsi kadın erkek beyaz giyinmişti. Gelin traktör ile geldi. Kazlara bile papyon giydirildi. Damadın arkadaşları İstanbul’dan beyaz güvercin taşıdılar ve Bozcaada’da genç evlilerin onuruna onları uçurdular. İkramlar en lüks otelin ikramlarına benziyordu.Vedat Eskinazi çanta kemer ve aksesuar ihracatı yapar. Zelda da bankacıdır. Amerika’ya ingilizce öğrenmeye gitti.İstanbul’da italyanca kurslarına gitti. Bütün bu güzellikleri benim kocam göremedi.. Ama torunuma göre o bizi gittiği yerden seyrediyordu. Mezarına gittiğini ve nişanını nikahını ve düğününü ona anlattığını söyledi. Mezar taşına da “Lokum papi seni çok seviyorum” diye yazdırdı.


Benim eşim yani Albert Aruete çok iyi bir yahiddi. Her sene ziyaraya [ölüleri ziyaret] giderdi. Önce Ortaköy Mezarlığı’nda annesini ve babasını daha sonra da Arnavutköy’de [İstanbul’un en büyük mezarlığı Arnavutköy’dedir. İki tane yan yana mezarlık vardır. Eşkenaz ve sefarad mezarlığı olarak] kardeşini benim anne ve babamı ziyaret ederdik. Temmuz ayında ailesinde tüm ölenler için kalda bir aftara almak isterdi [Dua ritüellerinin bir tanesi]. Temmuz ayı gelir gelmez damadına bunu hatırlatırdı. Zaten öldüğü zaman da cebinde aile fertlerinin ölüm ve gömü tarihlerini gösteren bir defter çıktı. Bizim aile bu konuda çok hassasız. Ben hala eşimin kardeşine Yomtov Arguete’ye anne ve babasının mevludunu hatırlatırım.


Kızım Lusi Barokas ve damadım Eliya Barokas dini kurallara uymaya çalşırlar. Kızım kaşer et yer bayramlarda ve Şabat geceleri kalabalık sofralar kurar.


1986 yılındaki Neve-Şalom katliamını sırasında ben Bolu’da [İstanbul Ankara arasında bir kent. Dağlık bir yerdir. Birkaç oteli vardır. Birçok kişinin dinlenme adına gittiği bir yerdir] idim. Radyodan duyduğumuz facia ile sarsıldık. Eliya’nın amcasının adı okundu. Ailemiz teröre bir şehit vermişti. Tatilimiz yarıda kesip geri döndük.


2003 yılında Kasım bombalanmaları sırasında evimde idim. Önce büyük bir gürültü duyuldu. Tüpgaz patlaması zannettik. Ardından ambülans sesleri sirenler ve karmaşa.... Telefona sarıldım, Lusi’yi aradım. “Eliya nerede?” diye sordum. “Mami telefonu derhal kapat, Eliya yaralı” dedi. Damadım Şişli Sinagog’unda idi. Florans Nightingale Hastane’sine kaldırılmıştı. Kocam yeni ölmüştü ve ben matem rengi olan siyah kıyafetlerim içinde idim. İlk refleks hareketim siyahları çıkarmak bir kutu çioklata alarak damadımın bulunduğu hastaneye koşmak oldu. Allaha çok şükür ki çabuk toparlandı. Eliya pırlanta gibi bir çocuktur. Tanrı tüm şehitlere rahmet sevenlerine de sabır versin.


Artık yavaş yavaş hikayemin sonuna geldim. Güzel bir olay ile noktalamak istiyorum. Benim hayatımda önemli bir gün olan 50. evlilik yıldönümümdür. (1996) Bir Şabat gecesi Eliya elime 2 bilet verdi. “50. evlilik yıldönümünüzü İsrail’de kutlamanızı istiyorum” dedi. Torunum Şemi Barokas bizi havaalanından alarak evine götürdü. 20 günden fazla bir süre İsrail’i dolaştık. Eilat’a kadar gittik, eşim bana bir kolye aldı [boynundaki kolyeyi gösterdi ve o günden itibaren hiç çıkarmadığını da söyledi] Bir başka Şabat gecesi de kızım “ Pazar gecesi yemeğe çıkıyoruz, hazır olun sizi gelip alacağım” dedi.Boğaz’da bir balık lokantasına girdiğimiz zaman sürprizi gördük; ben hariç ailenin tüm fertleri Lüsi’ye bu organizasyonda yardım etmişlerdi. Çok güzel bir gece oldu. 50. evlilik yıldönümümü pasta keserek kutladık.


Şimdi artık yaşam içinde benim için torunlarım çocuklarım anılarım ve arkadaşlarım arasında geçiyor....





Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page