top of page

24 yılda ne değişti...?




1999 İstanbul depreminin ardından, kentimizde birkaç aylığına konuk olarak bulunan Rus/Yahudi kökenli Alman tiyatro yazarı Marianna Salzmann ile yaptığım bir söyleşide, Aristokratlar başlıklı yeni bir oyun üzerinde çalıştığını söylemişti. Konusu ise, büyük bir deprem sırasında lüks bir apartman katındaki partide bulunan birkaç “ileri gelen“ ve varlıklı kişinin, orada bir süre boyunca mahsur kalmaları sırasındaki korkuları, karşılıklı ilişki ve çatışmalarıydı… (ayıptır söylemesi – benzer bir konuyu L.Buñuel‘in El ángel exterminador filminden anımsamıştım!). Genç yazarın iletmek istediği ise, deprem gibi afetler sonucu, varlıklı/önemli kişiliklerin de diğer halk ile aynı tuzağa düşebileceği konusuydu…



6 Şubat gecesi saat 03:19’da Hod Hasharon’daki 12. katın beşik gibi sallanmasıyla uyandığımızda, bir ara Marianna’nın bu oyunu geldi aklıma… Hoş – biz burada deprem merkezinin sadece birkaç yüz kilometre uzağında ama gene de aynı fay hattının bir ucunda bulunmakla birlikte, sağlam ve doğru dürüst bir denetim altında inşa edilmiş bir dairede bulunuyorduk, çok şükür – ancak Gaziantep’te, Kahramanmaraş’ta veya Antakya’daki 2-3 katlı evlerinde, çağdaş “site“lerinde enkaz altında kalanlar ne desin?



Bakın, şu link’te ( https://www.sozcu.com.tr/2023/dunya/turkiyede-deprem-felaketi-yikilan-bina-ve-yerlesim-yerlerinin-hali-gundem-oldu-7582209/ ) göreceğiniz “depremden önce” ve “depremden sonra” fotoğraflarında, bazı binaların hemen bitişiğindeki bir diğeri, nasıl da hemen yerle bir olmuş! Yıkılan bu binaların ise 23 yıldan daha eski olduğunu hiç sanmıyorum! İşte buradan kimin dürüst, kimin ise hırsız olduğunu anlayabiliyorsunuz! Kaldı ki buna bazılarınızın hırsız’dan öte, “katil” diyeceğini duyar gibi oluyorum!



Deprem Güçlendirme Derneği “DEGÜDER”in Başkanı Sinan Türkkan, T24 haber portalı ile aynı gün yaptığı söyleşide ( https://twitter.com/t24comtr/status/1622636503389044740/photo/1söyleşisi 6/2 ) ise bu olguyu daha kibar bir dille “mühendis/müteahhit/malzemecinin, yani insan hatası” olarak nitelendiriyor – ve konu İstanbul’a gelince diyor ki, asıl soru (kimi papyonlu/papyonsuz deprem “guru”larının TV kanallarında tartışmaya bayıldıkları gibi) “İstanbul depremi ne zaman olacak?” değil, oradaki 600.000 sorunlu binanın ne zaman ıslah edileceğidir…



Önemli bir konuya daha değiniyor sayın Türkkan: Diyor ki, kamu binaları inşa edildiğinde, diğer yapılara kıyasla %50 oranda daha sıkı bir denetim gerekiyor, çünkü –nedeni apaçıktır– o binalarda her gün çok daha çok kişi bulunacaktır… Ancak deprem bölgelerinden gelen haberler, asıl kamu binalarının daha çok hasar gördüğü doğrultusundadır!



Klişe olan deyişleri pek sevmem ama, 1999’da bir savsöz olmuş şu cümlenin doğruluğu tartışılamaz: “İnsanları öldüren deprem değil, yapılardır!“



Bu acı gerçekleri, üyesi olduğum bir yazışma grubundaki üniversite arkadaşlarımdan biri şöyle yorumluyor: “Deprem olur, sonuçta Anadolu plakası sürekli olarak Afrika plakasının itmesi, baskısı altında... Ancak bu boyutta ölüm, kayıp, zarar olmaz. Bu müteahhit – (…) siyasetçi - aç gözlü mülk sahibi üçgeni varken, bu millet daha ne afet kazıkları yaşar… Düşünebiliyor musun, Hatay ve İskenderun devlet hastaneleri yıkılıyor, Hatay Havaalanı pisti, doğrudan fay üzerinde olmadığı halde, kırılıyor ve kullanılamaz hale geliyor. Daha ne söyleyelim?”



Ne yazık ki sosyal medyada bundan çok daha acı haykırışlar da yükseliyor – buyurun size, en hafifinden bir örnek: “Bu gece birçok bağ koptu. Devlet ile millet, millet ile ordu, vatandaş ile siyasetçi... Tamiri muhal bir biçimde koptu.”



Tabii ki önemli bir teselli, en kısa sürede yardıma yetişen yerli ve –aralarında hemen de İsrail olmak üzere– yabancı ekiplerin birçok canı kurtarmaya yönelik çabalarıdır – ki bu arada, bizzat TYT’nin değerli Eş Başkanıyla ekibinin Antakya’daki seri girişimlerine de değinmeden edemiyorum. Öte yandan, en azından benim izlediğim yabancı basında yer alan, yerel halkın çıplak elleriyle gerçekleştirdiği özverili çalışmalarına de dikkat çekmek gerekir – ancak sadece bu sıcak ilgi yetmez! Bu bağlamda 1999’daki depremin ardından, o yıllarda sürdürdüğüm Şalom Gazetesi Değinmeler köşemdeki bir yazıyı böyle noktalamıştım: “Türk halkının bu yalın ve candan özverisi, eşine pek az ülkede rastlanır biçimdedir. Yeter ki, bu cevher, uygun bir örgütlenme ile değerlendirilebilsin...”


…ancak ne yazık ki, bu türdeki bir örgütlemeden iz yok… Sözün bittiği yerdeyiz.




Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page