Geçenlerde yayınlanan 2020 Nobel Ödülleri listesindeki toplam 12 ödülün dördü Yahudi bilim/sanat insanlarına verildi. Bunlar fizik alanında Roger Penrose, tıp alanında Harvey Alter, edebiyat dalında Louise Glück ve ekonomi alanında Paul Migrom’dur.
Yukarıdaki sayılardan görüldüğü gibi, %33 olan bu yılın oranı, beklentilerin de üstünde çıkmıştır (!) – zira 1901’den bu yana Yahudilerin Nobel Ödülleri’ne katılım oranı ortalama yüzde “sadece” 22 gibidir: bugüne dek bu büyük başarıyı elde etmiş olanların toplam sayısı 962 kadarken, aralarından 213 Yahudi bilim insanı veya edebiyatçı ödül sahibi olmuştur (ki, bunların aralarında 12 İsrailli de bulunuyor)...
Aslına bakılırsa, bu sayılarda gizlenen “şaşırtıcılık” iki boyuttadır. Öncelikle, toplam Yahudi halkının dünya nüfusunun sadece binde ikisini (yüzde 0.2) oluşturmasına karşın, Nobel Ödülü almış olanların oranı, % 22,14 ortalama ile bunun 110 katıdır! Ödüllere tek tek bakıldığında, Yahudilerin oranı şöyle sıralanabilir: Ekonomi %37, Tıp %27, Fizik %27, Kimya %19, Edebiyat %14 ve Barış %10.
İkinci şaşırtıcı nokta, bu oranların 21. Yüzyılda daha da artmış olmasıdır! 2001-2020 yılları arasında Yahudilerin Nobel Ödülleri, toplam ödüllerin %24ünü bulmuştur; tek tek ise yukarıdaki sıraya göre Ekonomi %38, Tıp %20, Fizik %28, Kimya %22 ve Edebiyat %32 dolaylarındaydı (Barış Ödülü bu yıllarda daha çok uluslararası kurumlara verildiğinden, burada dikkate alınmamıştır).
Demek oluyor ki, dünya nüfusu geometrik biçimde artar ve Yahudilerin bu toplamdaki oranı azalırken, Nobel Ödüllerini hak etme oranları artıştadır!
Tüm bunların nedenlerini araştıranların arasında bilim insanları olduğu gibi, sansasyon yaratacak bulguların peşinde olan basın mensupları ve köşe yazarları da az değildir... Bu olguları genlere bağlayanlar olmuştur elbet - ne var ki, dünya çapındaki Yahudilerin ortak genler taşıyıp taşımadıkları halen tartışma konusudur. İkinci bir açıklama denemesi, Yahudilerin “seçilmiş halk” olduğu inancıdır. Ancak bu yaklaşımın da bilimsel dayanağı yoktur - dini (veya “romantik”!) düzeyde kaldığı aşikârdır.
Gelelim, bu satırların yazarının da savunduğu antropolojik/sosyolojik açıklamaya... Yahudilerin, özellikle antisemitizme açık olan 19./20. Yüzyıl Almanya/Doğu Avrupa/Rusya’daki Yahudi halkının tek savunma güdüsü, okumaktı. Ukrayna’da bulunan bazı tarihî kaynaklara göre daha 16. Yüzyılda sadece Yahudi toplumunda kızlar için okula gitme zorunluluğu olduğu anlaşılıyor – keza, Ortaçağ dönemlerinde dahi Orta ve Doğu Avrupa Yahudi toplumunda okur-yazar olmayan yok gibiydi...
İşte, o dönemlerde özellikle erkek çocuklarının daha dört yaşlarında “heder” olarak bilinen Tora sınıflarına gönderilmesi, bu halk topluluğunda - zoraki de olsa - okumaya ve öğrenmeye yönelik bir alışkanlık yaratmıştır. Bu alışkanlığın kimilerinde bir keyife dönüşmesi de doğaldır... Ve en önemlisi, bu bölgelerden batıya (özellikle ABD’ye) doğru göç eden kimseler, yeni yerleştikleri ortamlarda daha da rekabetçi olabilmek için, okuma dürtülerini pekiştirmişlerdir. Şartlar elverdikçe, keza önlerine konan kısıtlamalar hafifledikçe, dünya çapındaki üniversitelerde okumuşlar, araştırmalar yapmışlar ve eğitimci olmuşlar; aralarındaki edebiyatçılar ise, kuşaklar boyunca içlerinde taşıdıkları sınırlamaların dışa vurumunu sağlamışlardır.
Tüm bu yazdıklarımız yeni bulgular değildir – ancak bazı açıklamaların birtakım sofistike bilimsel veya dini varsayımlardan çok, son derece basit ancak mantıklı antropolojik temellere dayandırılabileceğini göstermek içindir...