top of page

Tarihin Şarkısı


Tora’nın son peraşasına gelmeden önce, Moşe Rabenu’nun güçlü şarkısı Aazinu’yu okuyoruz. Eskiden Aazinu peraşası tüm Yahudi çocuklarına ezberden öğretilirdi, çünkü bu şarkı Yahudiliğin bazı temel doktrinlerini içermektedir.

Ramban bu peraşanın dünya tarihinde yaşanmış her olay ve yaşamış her kişiyle ilgili imalar içerdiğini söyler. Gerçekten de bu çok ilginç ve çok iddialı bir tezdir. O kadar ki, bu konuda anlatılan ünlü olayda, bizzat Ramban’ın, “Avner” adlı bir öğrencisi, hocasının bu sözünü duyduğu zaman her şeyi bırakır, Yahudilikle arasındaki her türlü ilişkiyi keser. Bununla kalmaz, Hıristiyanlığı kabul eder. Bununla da kalmaz, Yahudilik hakkındaki bilgisini de kullanarak, Yahudilere Ortaçağın Hıristiyan dünyasında büyük sıkıntılar çektirir. Zaman içinde bu toplumda yükselir ve mevki sahibi olur.

Bir Yom Kipur günü Ramban’ı zorla huzuruna getirtir. Hiçbir şey söylemeden bir domuz getirilmesini emreder. Ramban’ın gözleri önünde domuzu kestirir ve etini yer. Sonra da eski hocasına sorar: “Söyle, bu günde kaç günah işledim?”

Gördükleri karşısında son derece üzülen Ramban cevap vermez. Bunun yerine bir soru sorar: “Neden? Bu davranışının sebebi ne? Neden bana ve tüm Yahudi kardeşlerine bu denli acılar çektiriyorsun?”

“Neden mi?” der Avner. “Senin yüzünden! O söylediğin saçma şey yüzünden! Aazinu şarkısının içermediği hiçbir şey olmadığını söyledin. Bunun karşısında kayıtsız kalmamı mı bekliyordun? Böyle bir şeyi nasıl söylersin?!”

“Söylerim” der Ramban, “çünkü bu doğru!”

“Nasıl doğru? Ne yani? Bu şarkı benden de mi bahsediyor? Kanıtla!”

Ramban, Tanrısal yardım için kısa bir dua eder ve Aazinu peraşasını açar. Ona Aazinu peraşasından bir pasuk gösterir:

אמרתי: אפאיהם, אשביתה מאנוש זכרם. “Dedim: Sahipsiz bırakayım onları. İnsanlık içinden hatıralarına son vereyim” (Devarim 32:26).

Pasuğun içeriğinden irkilen Avner “Bunun benimle ne ilgisi var?” diye sorar. Ramban gösterir: “Son dört sözcüğün üçüncü harflerine bak: אפאיהם, אשביתה מאנוש זכרם” Bu harfler אבנר (Avner) ismini vermekteydi. Avner, bu sözlerde kendisiyle ilgili olarak bizim gördüklerimizden daha fazlasını görmüş olsa gerek, içini müthiş bir pişmanlık kaplamış halde Ramban’a yalvarır. “Ne yapmam gerekiyor?” “Pasuğun söylediğini yap” der Ramban. Avner en son bir gemiye binerken görülür ve sanki “insanlık içinden hatırasına son verilmiş” gibi, bir daha kendisinden haber alınamaz.

Bu olay hakkındaki tüm ayrıntılar doğru mu bilmiyorum. Ama içerdiği mesaj bence çok da kapalı değil. Her şeyden önce Tora, bizim belki zannettiğimiz gibi, bir hikâye kitabından ibaret değildir. Çok farklı düzeylerde mesajlar ve imalar da içerir. Diğer bir mesaj, Ramban kalibresinde bir kişi bir şey söylediği zaman, bu söylediği ne kadar akıl almaz görünürse görünsün, söylenenleri kuşku ve alaycılıkla karşılamadan önce, onun, sahip olduğu çok geniş kapsamlı ve derin bilgisi sayesinde görebildiklerini bizim göremiyor olabileceğimizi kabul etmektir. Aazinu peraşasının ta kendisi, son derece özlü, anlam yüklü, günümüzde ortalama bir Yisrael vatandaşının anlayamayacağı kadar veciz ifadeleriyle, doğrudan verdiği mesajların çok daha ötesini içerir. Tabii ki, ben de bu derin mesajları görebilecek düzeyde olmadığım için, sadece, olasılıkla hepimizin aklını kurcalayan bir konudaki “doğrudan” bir mesajı aktarmak isterim. Pasuk şöyle demektedir:

“[Tanrı, sağlam, güvenilir] Kaya’dır! Eylemleri mükemmeldir; çünkü tüm yolları adalettir; kusursuz güven Tanrı’sıdır, adil ve dürüsttür O” (Devarim 32:4).

Tanrı’ya inanabilmek için, bir insanın öncelikle dünya üzerinde olup biten her şeyi bilmediğini; bilemeyeceğini ve anlayamayacağını kabullenmesi gerekir. İyi insanların başına kötü olayların geldiğini görür, kötü kişilerin rahat yaşam sürdüklerine şahit oluruz. Bunun sebebini biliyor muyuz? Hayır. Ve eğer her şeyin gerçekte bizim görüp algıladığımız gibi olduğu konusunda ısrarlı olursak, işte o zaman bizim dünya görüşümüzde iyi ve merhametli bir Tanrı’ya yer kalmayacaktır. Zira her şeyi kendi anlayış ve mantığımızla tarttığımız takdirde, olayları tüm geri planıyla göremeyeceğimizden, iki sorunla karşı karşıya kalırız.

Bunlardan bir tanesi Tanrı’nın (has veşalom) adil olmadığı, iyi insanların acı çekmesine göz yumarak kötüleri cezalandırmadığı, hatta ödüllendirdiği sonucuna varma tehlikesidir. Diğer sorun ise, bizim Tanrı ile ilgili kavram ve tanımlarımızda yaşanacaktır. Zira her şeyi tam olarak anlayabileceğimizi ve dünyadaki her şeyi insani bir mantıkla çözebileceğimizi düşündüğümüz takdirde, “Erişilmez Tanrı” imajı zedelenecektir. Tanrı’nın yaptığı her şeyi anlayabilseydik, Tanrı’nın kendisine ait hiçbir sırrı kalmaz, bizim seçme hakkımız olmaz, araştıracak ve sorgulayacak hiçbir kavram var olmazdı. Kotzk Rabi’sinin dediği gibi: “Anlayabildiğim bir tanrıya tapma zahmetine girmezdim.”

Tanrı’nın bizim bilmediğimiz şeyleri bildiği, her türlü kararını kesin olarak en doğru ve uygun şeklinde verdiği konusu hakkında Hafets Hayim bir misal verir:

Herkesçe saygı gören büyük ve zengin bir adamın, bir insanın isteyip de sahip olabileceği her şeyi vardır. Ancak gerçekten önem verdiği, hayatının mutluluk kaynağı olan tek varlığı oğludur. Bu adamın oğluna olan sevgisi dünya üzerindeki her sevgiden üstündür.

Bir gün oğul rahatsızlanır ve uzun süre geçmeden hastalığın basit bir nezleden ibaret olmadığı ortaya çıkar. Çocuğun durumu gittikçe kötüleşirken, baba da onu doktordan doktora, hastaneden hastaneye koşturmakta ve problemle ilgili teşhisi ve tedaviyi öğrenmek için çabalamaktadır.

Sonunda önde gelen bir doktor, çocuğun kırmızı ete karşı keskin bir alerjisi olduğu teşhisini koyar. Tedavi gerçekleştirilir ve doktor babaya, oğluna bundan sonra hiçbir şekilde kırmızı et yedirmemesi ve mutlaka et yemesi gerektiği takdirde tavuk eti vermesini öğütler.

Baba gerçekten de bu konuda çok dikkatli davranır. Ta ki iş için şehir dışına çıkması gerekene kadar… Hizmetkârlarını tekrar tekrar uyararak, çocuğa kesinlikle kırmızı et vermemelerini söyler. Fakat seyahatinin son gününde aşçılardan bir tanesi, kendisi için hazırladığı etli bir sandviçi masanın üzerinde unutur. Çocuk mutfağa girer ve masanın üzerinde gördüğü sandviçi koklar, bir güzel midesine indirir ve dışarı çıkar.

Bekleneceği üzere çocuk tekrar rahatsızlanır. Seyahatten dönen baba oğlunu ölüm döşeğinde bulur. Aceleyle oğlunu alıp hastaneye koşarken bir daha asla şehri terk etmeyeceğine ve oğlunu başkalarının ellerine emanet etmeyeceğine dair yemin eder.

Büyük çabalar sonucunda doktorlar tekrar çocuğun hayatını kurtarırlar. Eve dönebilecek kadar iyileştiği zaman, baba, olayı kutlamak için tüm dost ve akrabalarının katılacağı bir parti düzenler. Misafirler yemeğe oturduklarında, bunun, babanın o zamana kadar verdiği ziyafetlerin en zengini olduğunu görürler. Ve tabii ki, böylesine bir ziyafette et ikramının yapılmaması söz konusu değildir.

Ancak partinin verildiği salonun giriş kapısına yakın oturan konuklar, oldukça şaşırtıcı ve rahatsız edici bir ses duymaktadırlar. Bu ses, parti salonuna girmesine izin verilmeyen çocuğun yüksek sesle ağlamasından kaynaklanmaktadır. Konuklar orada öylece oturarak; “acımasız baba”nın, bizzat oğlunu, sağlığına kavuşması sebebiyle verilen partiye katılmasına izin vermemesini şaşkınlıkla seyre dalarlar…

Bizler de birçok zaman benzer şekilde, Tanrı’nın, dünyayı Kendi yöntemleriyle yönetişine bakakalır ve olanlara bir anlam veremeyiz. Bu konuda yapabileceğimiz tek şey, Tanrı’nın bizler için yaptığı mucizelere, bize vermiş olduğu Tora’ya, bizlerle yapmış olduğu antlaşmaya bakmak ve her ne kadar yollarını anlayamasak da “Eylemleri mükemmeldir; çünkü tüm yolları adalettir; kusursuz güven Tanrı’sıdır, adil ve dürüsttür O” nitelemesini akılda tutmak olmalıdır.

Bu Şabat’ın Roş Aşana ve Yom Kipur arasındaki “Şabat Şuva – (Tanrı’ya ve Tora’ya) Dönüş Şabat’ı” olması sebebiyle, buradan başka bir sonuç daha çıkarmak doğru olacaktır. Bu sonuç, Tanrı dışında hiçbir varlığın ve gücün başka insanların hareketlerini yargılayamayacağıdır. Zira aynı durum burada da geçerlidir. Olayları hiçbir zaman tüm yönleriyle göremeyiz ve dolayısıyla insanların ne sebeple, davrandıkları şekilde davrandıklarını anlayamayız. Mişna’da da belirtildiği gibi; “…Veal tadin et havereha, ad şetagia limkomo……Ve arkadaşını, onun yerine gelene kadar kesinlikle yargılama…” (Pirke Avot 2:5). Peki, arkadaşımızın yerine ne zaman gelebiliriz? Cevap: Hiçbir zaman!

Hahamlarımızın öğrettikleri gibi, Yom Kipur, teşuva yapmak kaydıyla, Tanrı’ya karşı işlenmiş olan kabahatlerin affedildiği gündür. Başka insanlara karşı kabahatlerimizin affedilmesi içinse ilave bir şart daha vardır: O kişilerin affını kazanmak. Ama bunun diğer yönü de vardır: Başkalarının bize karşı işlemiş oldukları kabahatleri affedebilmek.

Yom Kipur yaklaşırken, diğer insanların bize karşı gerçekten işlemiş oldukları ya da bizim işlediklerini düşündüğümüz hatalarını, o kişilerin bulundukları ve bizim tüm yönleriyle bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz durumu göz önünde bulundurarak, affetmeye gayret etmeliyiz. Bu şekilde, Tanrı’dan da bizleri affetmesini daha rahat bir şekilde isteyebiliriz. Tanrı’dan bize karşı merhametli olmasını beklerken, bizim de akranlarımıza karşı aynı şekilde davranmamız uygun olacaktır. Tanrı hepimizi iyi yaşam kitabına kaydetsin ve mühürlesin. Gemar hatima tova.

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page