“Tanrı’n A-Şem’in Huzuru’nda bir beyanda bulunacak ve [şöyle] diyeceksin: ‘Arami oved avi… Bir Aramlı, atamı yok etmek istemişti. [Daha sonra, atam] az sayıda kişiyle Mısır’a indi ve orada bir süre kaldı; orada büyük, güçlü ve kalabalık bir ulus haline geldi. Mısırlılar bize kötülük ettiler; bize eziyet ettiler ve üzerimize ağır işler yüklediler. Atalarımızın Tanrı’sı A-Şem’e haykırdık, A-Şem sesimizi duydu, [çektiğimiz] eziyeti, [harcadığımız] emeği ve [yaşadığımız] baskıyı gördü. A-Şem bizi Mısır’dan kuvvetli bir El’le ve uzanmış bir Kol’la, büyük bir dehşet salarak, işaretlerle ve harikalarla çıkardı ve bizi bu yere getirdi; bize bu ülkeyi verdi – süt ve balın aktığı ülkeyi. Ve şimdi; işte A-Şem, bana vermiş olduğun toprağın meyvelerinin ilklerini getirdim.’” (Devarim 26:5-10).
Peraşamızda yer alan bu sözleri, her yıl Pesah Agadası’nın merkezi bölümü olarak okuyup açıklarız. Genel olarak bakıldığında, bu parça hem Mısır’daki esareti hem de Tanrı’nın bizi mucizelerle kurtarışını özetlemekte olduğundan, Pesah Sederi’nde okumak için oldukça idealdir.
Ancak Tora’da geçtiği bağlam içinde, bu kısım Pesah’la doğrudan alakalı değildir. Bikurim konusuyla ilgilidir. Erets-Yisrael’de bir çiftçinin, her yıl, Erets-Yisrael’in övgüsüne vesile olan yedi ürünün turfandalarını (bikurim) şükran ifadesi olarak Mişkan veya Bet-Amikdaş’a getirip bir beyanda bulunur, yukarıdaki sözleri söylerdi ve bu, bikurim getirme mitsvasının tamamlayıcı bir parçasıydı.
Tora bu seremoni bağlamında bu sözlerin söylenmesine o kadar önem verir ki, Rambam ve diğer otoriteler, bu beyanı, bikurim mitsvasıyla birlikte yerine getirilen ve onu tamamlayan ayrı bir mitsva olarak listelerler. Öyle ki, bikurim getirip bu beyanı telaffuz etmemek, mitsvanın eksik yerine getirildiği değil hiç yapılmadığı anlamına gelir.
Kuşkusuz, bizlere yapmış ve yapmakta olduğu iyilikler için Tanrı’ya teşekkür etmek her yerde ve her durumda büyük önem taşır. Ama bikurim mitsvasında bunun, mitsvanın ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyoruz. Acaba bu mitsvanın yerine getirilişinde, Mısır esareti ve çıkışı gibi tarihi olaylardan özellik bahsedilmesinin sebebi nedir?
Bu soruyu yanıtlamak için bu mitsvanın ne zaman yerine getirildiğine bakmak gerekir. Bene-Yisrael, Erets-Yisrael’e gelecek, Tanrı’nın yardımıyla bu toprakları ele geçirecek, göçebe hayattan yerleşik düzene, savaş durumundan huzurlu bir yaşama geçecek, toprağı ekip mahsulünü alacak; ve işte ancak bu zamandan sonra, yani her şey yola girdikten sonra bu mitsvayı yerine getirebilecekti. Çiftçi yıl içinde alın teri döküp çalışacak ve gayretinin meyve verdiğini görecekti. İşte, çalışmasının karşılığını aldığı bu zaman, kişinin, arkasına yaslanarak “Bakın neler başardım!” demesi için oldukça uygundur.
Zor ve sıkıntılı durumlarla karşılaştığımız zaman Tanrı’yı hatırlamamızdan daha normal bir şey yoktur. Buna karşılık insanın genel eğilimi, her şeyin yolunda olduğu zamanlarda mutlu bir şekilde arkasına yaslanmak ve başarılarını kendisine, kendi başarısına, kendi aklına, kendi çalışmasına bağlamaktır. Ama bu ciddi bir hatadır.
Daha önce de birkaç vesileyle ve özellikle Kedoşim peraşasıyla ilgili yazımda değindiğim üzere, birçok inanışa göre, kişinin gerçekten Tanrı’ya bağlı olabilmesi için, hayatından her türlü maddiyatı kaldırması, yoksul ve münzevi bir hayat yaşaması gerekir. Oysa Tora bizden kesinlikle bunu istememektedir. Mişna’da da belirtildiği gibi: “Rabi Elazar ben Azarya şöyle dedi: ‘Tora yoksa dereh erets de yoktur; dereh erets yoksa Tora da yoktur;….’ ” (Pirke Avot 3:21).
Buradaki “dereh erets” terimi, normal, dünyevi yaşamı belirtir. Tora maddi dünyada yaşayan biz insanlar için verilmiştir. Midraş’a göre, Moşe Rabenu Sinay Dağı’na çıktığı zaman Tora ŞeBeal Pe’yi (Sözlü Tora) öğrenmek üzere Tanrı katına yükselmişti. Ancak melekler, Tora’nın insanlara verilmesine karşı çıkıyorlar, “İnsanoğlu zayıftır ve Senin Tora’nı mutlaka ihlal edeceklerdir. Öyleyse neden kutsal Tora’yı bize, hiçbir şekilde günah işlemeyen manevi yaratıklar olan meleklere değil de, zayıf ve fiziksel yaratıklar olan ‘et ve kan’a (insanlara) veriyorsun?” diyorlardı. Tanrı bu soruların cevabını Kendisi vermek yerine sözü Moşe’ye verdi. Moşe Rabenu birkaç noktaya işaret etti. Tora’da anne ve babamıza hürmet etmemiz emredilmekteydi. Melekleri ebeveynleri mi vardı? Tora’da tarımı ilgilendiren birçok kanun vardı. Melekler tarımla mı uğraşıyordu? Korbanlar mı yapıyorlardı? Et ve süt mü yiyorlardı ki ikisini ayırmaları gereksindi? Tezleri çürütülen melekler Moşe’nin haklılığını kabul ettiler.
Tora’nın mitsvaları, melekler değil, bu fiziksel görevleri yerine getirebilen insanoğlu içindir. Dolayısıyla Tora’nın insanlardan istediği şey de, fizikseli inkâr ve ihmal edip tümüyle manevileşmesi değil, dünya üzerindeki fiziksel her şeyi maneviyatla besleyerek yüceltmesidir. Örneğin, sadece fiziksel bir madde olan bir meyveyi yemeden önce bir beraha söyleyerek Tanrı’yı anmak, meyveye manevi bir boyut kazandırır ve yüceltir. Meyveyi sadece yerken değil, bikurim adı altında sunarken de bize onu bahşeden Tanrı’yı hatırlamak gerekir. Bu sebeple Erets-Yisrael’de elde edilen yılın turfanda bir meyvesi şükran ifadesi olarak Bet-Amikdaş’a getirildiği zaman bulunulan beyan, o meyvenin gizli tarihini de içermektedir. Zira bu meyve, Aram’lı birinin (Lavan) kötülüğünden kaçan, sonra Mısır’a giden, orada esaret görüp, Tanrı’nın yardımıyla kurtulan, yine Tanrı’nın vermiş olduğu sözü yerine getirerek yurduna kavuşan ve burada yerleşik hayata geçen biri tarafından yapılan bir ekim-dikim işleminin ürünüdür. Tıpkı Yahudi’nin kendisi gibi, meyvesi de bu tarihten kopuk değildir. Bu tarih, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü Tanrı tüm bu iyilikleri bahşetmiş olmasa, o meyve de olmayacaktır.
Tora’nın yolu daima orta yoldur: “Evet; işini yap, para kazan, yemek ye, hayattan keyif al. Ama hiçbir zaman unutma. Sen kendi kaderinin hâkimi değilsin.” İnsanın aklından kolaylıkla kayıp gidebilecek olan bu prensibin herkes tarafından tanınması ve kabul edilmesi gerekir. Ve işte ancak o zaman; “Tanrı’n A-Şem’in sana ve ailene vermiş olduğu tüm iyilikle neşeleneceksin …” (Devarim 26:11).