Şofetim peraşasının sonunda faili meçhul bir cinayet söz konusu olduğunda yapılması gerekenlerden bahsedilmektedir. Böyle bir olay olduğunda, simgesel birçok ayrıntının yer aldığı bir seremoni düzenlenir. Bu seremoninin bir aşamasında, cinayete kurban gitmiş olan kişinin bedeninin bulunduğu noktaya en yakın şehrin ileri gelenleri, Tanrı’nın huzurunda bir beyanda bulunurlar: “Bu kanı ellerimiz dökmedi ve gözlerimiz [bu olayı] görmedi” (Devarim 21:7).
Bu beyan ilginçtir. Faili meçhul bir cinayetin ilk şüphelileri bir şehrin ileri gelenleri mi olmalıdır? Tabii ki hayır. Dolayısıyla burada doğrudan cinayetin işlenmesinden değil, dolaylı sorumluluktan bahsedilmektedir. “Bu kişinin yanımıza gelmesi ve bizim onu yiyeceksiz yollamamız gibi bir şey olmadı. Onu görüp de refakatsiz bırakmadık. [Yani ne yanımıza geldi, ne de onu gördük. Yanımıza gelseydi yiyeceksiz yollamaz, görseydik refataksiz bırakmazdık]” (Talmud – Sota 45b).
Faili meçhul cinayeti ele alan bu bölümün Tora’daki konumu oldukça ilginçtir. Bundan önceki bölüm, “Düşmanına karşı savaşa çıktığın zaman…” (20:1) cümlesiyle başlar. Bundan sonraki bölüm, yani gelecek haftaki peraşa da yine aynı şekilde “Düşmanına karşı savaşa çıktığın zaman…” (21:10) ifadesiyle başlamaktadır. Acaba bu kısmın, savaşı konu alan iki bölümün arasına yerleştirilmesinin altındaki sebep ne olabilir?
Rav Yaakov Yitshak Ruderman, Tora’nın bu düzenlemeyle bir ders vermek istediği önermesinde bulunur. Savaş zamanlarında insan hayatı inanılmaz derecede ucuz hale gelir. Böyle zamanlarda erkek, kadın, yaşlı, çocuk, asker olan ya da olmayan her türlü insan hayatını kaybeder. Hayat önemsizleşir.
Ama işte, Tora burada bir mesaj vermektedir: Koşullar ne olursa olsun, “hiçbir zaman” tek bir bireyin hayatının bile en ufak bir önem kaybına uğraması söz konusu değildir. Dünyanın her tarafında savaş bile olsa, tek bir insanın hayatı, Tora tarafından inanılmaz düzeyde önemli görülür. Ve bu sebepledir ki, tek bir kişinin bile belirsiz kişilerce öldürülmesi, olayla ne kadar ilgisiz olursa olsunlar, olay yerine en yakın şehrin tüm halkını ve özellikle ileri gelenlerini sorumlu hale getirerek böyle bir seremoniyi gerçekleştirmeye zorlar. Bir seremoni elbette gideni geri getirmeyecektir, ama tek bir insan hayatını bile hafife almanın hiçbir koşul altında mümkün olmadığını, toplumun dimağına iyice işleyecektir.
Anlatıldığına göre, Çin’de devrim yaparak ülkeye Komünist rejimi getiren Mao Tse Tung, danışmanları tarafından, yeni sistem oturana kadar halktan milyonlarca kişinin açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceği yönünde uyarılır. Mao’nun bu uyarıya cevabı, “Devrim uğruna yüz milyon Çin köylüsünü kaybedeceksem buna değer” şeklinde olur.
Mao’nun bu sözleri gerçekten söylemiş olup olmadığı bilinmemekle birlikte, yukarıdaki sözlerin belirli bir lider karakterini yansıttığı gerçektir. Bu zihniyet, amacına ulaşmak için yüz milyon kişiyi feda edebilecek düzeyde körelmiş bir yönetici tipine aittir.
Yahudiliğin bakış açısı bununla taban tabana zıttır yüz. Bunu, “Bu nedenle insan [veya Adam, en başta] tek yaratılmıştı. Şunu öğretmek için: tek bir canı yok eden, sanki tüm bir dünyayı yok etmiş gibi kabul edilir ve tek bir canı ayakta tutan, sanki tüm dünyayı ayakta tutmuş gibi kabul edilir” (Mişna – Sanedrin 4:5) gibi öğretilerde veya Moşe Rabenu’nun, Bene-Yisrael’i Tanrı’ya ibadet etmeleri için sadece kısmen salıvermek isteyen Paro’ya verdiği, “Gençlerimiz ve yaşlılarımızla gideceğiz; oğullarımızla ve kızlarımızla… gideceğiz” (Şemot 10:9) cevabında ve daha birçok kaynakta görmekteyiz. Bunun, geçtiğimiz haftaki kısa yazımda aktardığım, dünyanın kaderinin bile tek bir kişinin davranışına bağlı olabileceği şeklindeki fikirle doğrudan bağlantısı olduğu söylenebilir. Her kişi etki ve değer sahibidir.
Bu bağlamda, peraşamızdaki başka bir konuya da değinmek isterim. Bu konu, Tora’nın Tora otoritelerine verdiği yetkiyle ilgilidir. Tora, daha önce Yahudi kanununun değinmediği veya hakkında belirsizlik olan bir meselenin yüksek bilgeler kurulunun (Sanedrin) huzuruna getirilmesi gerektiğini söylemekte ve şöyle demektedir: “Sana öğretecekleri öğretiye ve sana söyleyecekleri yargıya göre davranmalı, sana açıklayacakları karardan sağa veya sola sapmamalısın” (Devarim 17:11).
Buna benzer şekilde, her türlü yeni kanun ihtiyacında, Tora, yetkiyi Sanedrin’e vermiştir. Sanedrin, Moşe Rabenu’dan itibaren her nesilde dönemin yetkili otoritelerinden oluşurdu. Bu otoriteler ilk olarak Moşe Rabenu tarafından yetkiyle donatılmıştı. Sonraki nesillerde de bu kurula girebilecek düzeydeki kişiler, önceki neslin otoriteleri tarafından yetkilendirilirdi. Dolayısıyla rastgele bir araya gelmiş bir “hahamlar topluluğu” değil, Moşe Rabenu’dan itibaren tüm bilge nesillerinin birikimine sahip, sadece belirli kriterlerle atanabilen, hayatlarını Tora’yı ve kanununu öğrenmeye, incelemeye, derinliğine inmeye adamış büyük bilgeler söz konusuydu.
Bu açıdan bazen insanların, belki fazla düşünmek istemeksizin, Hahamlarımızı art niyetli, tüm amaçları hayatımızı kısıtlamalarla doldurmak olan, iktidar düşkünü bir grup olarak görmek ve/veya göstermek istemeleri her zaman garibime gitmiştir. Hahamlar, koydukları kuralların hepsini sağlam ve köklü prensip ve gerekçelere dayandırmışlardır. Ve en önemlisi, bunu yapma yetkilerini Tora’dan almışlardır. Yetkileri sınırsız da değildir; bunun da belli başlı kuralları mevcuttur. Hahamlarımız bu yetkileriyle, yeni durum ve koşulları, geçmiş kanun, kural, öğreti, prensip ve temayüllere dayanarak değerlendirmiş, doğru uygulamayı araştırıp belirlemiş ve ihtiyaç halinde yeni kanunlar koymuşlardır.
Kendi içlerinde Hahamlarımız homojen bir grup da değildir. Aralarında efsanevi zenginliğe sahip olanlardan tutun, bir somun ekmeğe muhtaç olacak kadar fakir olanlara kadar her ekonomik sınıftan insan vardı. Dahası, Hahamlarımız, koydukları kurallara en başta kendileri uyarlardı! Dolayısıyla Hahamlarımızı ve koydukları kuralları çeşitli dayanaksız önyargılara dayanarak bizim için ilgisiz, bizi ilgilendirmeyen, hatta kaçılması gereken, hor görülesi kavramlar olarak görmek son derece büyük bir haksızlık olmanın yanında, hayatta birer Yahudi olarak kendimize çok yanlış bir şekilde rehberlik etmek anlamına da gelir.
Hahamlarımızın görev ve yetkilerinden biri de, Tora’nın yasaklamadığı bazı eylemleri, Tora’nın herhangi bir emrinin ihlaline yol açabilecek durumlarda bir önlem olarak yasaklamaktır. Örneğin Tora Şabat günü yazı yazmayı yasaklamıştır; Hahamlarımız Şabat günü ele kalem almayı da yasaklamışlardır. Bu, insanların yolun ortasındaki bir çukura düşmelerini önlemek amacıyla çukurun etrafına çit çekmekle aynıdır. Yetkililer böyle bir çiti çekmekle yükümlüdürler ve halktan herhangi biri “Ben o çukura düşmem” gerekçesiyle çiti kaldırma veya onu aşıp çukurun kenarına kadar gelme yetkisine sahip değildir.
Bu hafta Elul ayına giriyoruz. Roş Aşana yaklaşıyor. İnsanlara Roş Aşana’yla en çok özdeşleşen şeyin ne olduğunu soracak olursanız, en çok alacağınız cevap “şofar” olacaktır. Hepimizin bildiği gibi, günün en merkezi mitsvası, şofar sesini dinlemektir. Ama işte, bu yıl Roş Aşana’nın ilk günü şofar çalınmayacak! Neden?
Bilindiği gibi Şabat günü belli başlı eylemleri gerçekleştirmek Tora’ya göre yasaktır. Bunların arasında “otsaa” (çıkarma) veya “tiltul” (taşıma) adı verilen bir yasak da vardır. Bu yasağa göre, Şabat günü, özel bir alandan (örneğin, ev, sinagog vs.) kamusal alana (örneğin sokak) bir şey çıkarmak ve/veya kamusal alan içinde herhangi bir şeyi dört ama (yaklaşık 2 m.) veya daha uzak bir mesafeye taşımak yasaktır. Bu konuya dair sayısız ayrıntıya bu yazı çerçevesinde girmek mümkün değil. Ama günümüzde Yisrael’deki şehirlerde ve dünyanın başka bazı yerlerinde bunu mümkün kılan, yine Yahudi kanununa uygun, “eruv” adlı bir düzenleme yapılmıştır ve bu düzenlemenin yapıldığı yerlerde söz konusu kısıtlama yoktur. [Ama örneğin İstanbul’da vardır.]
Hahamlarımız Roş Aşana Şabat gününe rastladığı zaman “ne olabileceğini” düşünmüşlerdir. Şofar çalmak gerek beceri ve ustalık anlamında, gerekse de kuralsal bilgi açısından belli bir uzmanlık gerektirir ve bu uzmanlığa herkes sahip değildir. Bu nedenle şofar mitsvasını gerektiği şekilde yerine getirmek isteyen bir kişi, elindeki şofarla işin uzmanına gitmeyi düşünebilir ve bunu yaptığı takdirde tiltul yasağını ihlal etmiş olacaktır. İşte Hahamlarımız bu ihtimali göz önüne alarak Roş Aşana – bu yıl olduğu gibi – Şabat gününe rastladığı zaman o gün şofar çalınmamasını öngörmüşlerdir. [Bu yasaklama Bet-Amikdaş’ta ve başka bazı istisnai durumlar için geçerli değildi.]
Şimdi; biraz düşünelim… Tora’nın oldukça önemli bir mitsvası olan şofar söz konusudur ve Hahamlar, üzerlerine sorumluluk alarak, Şabat’ın ihlal edilmesini önleme uğruna bu mitsvayı böyle bir durumda askıya almışlardır. Ve neden? Son derece uzak bir ihtimal de olsa, olur da bir kişi, eline şofarı alıp yola çıkar da Şabat’ı ihlal edebilir diye. Yukarıda tiltul sorunu için eruv adı verilen bir çözüm olduğundan bahsetmiştim. Bu çözümü de Hahamlar geliştirmişlerdir. Dolayısıyla mitsvayı askıya almak yerine eruva güvenebilirlerdi. Ama yapmadılar. Çünkü belki dünyanın herhangi bir yerinde eruv olanağına sahip olmayan “tek bir kişi bile” Şabat’ı hatayla – ve iyi niyetle! mitsva yapmak için! – ihlal edebilir diye, şofar gibi birçoğumuzun Roş Aşana’da vazgeçilmez sayacağı bir mitsvayı “tüm Yahudiler için” askıya aldılar. “Eğer bütün Yahudilerin şofar mitsvasını yerine getirmesi, tek bir kişinin hatasıyla sonuçlanabilecekse, Şabat günü şofar çalınmaması daha doğru” dediler!
İşte bu kural, Şabat’ın Yahudilikte ne kadar kritik öneme sahip olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymanın yanında, yazının ilk yarısında ele aldığım konu için de önemli bir örnek teşkil etmektedir: Tek bir kişi bile önemlidir.
Kapatırken, bunun korona dönemine dair kısıtlamalarla da paralellik içinde olduğunu söylemekte fayda var. Uzmanlara göre, korona virüsü toplumun sadece belirli bir kesimi için gerçekten tehlike yaratıyor. Kuru istatistiği göz önünde bulundurursak, Yisrael’deki verilere göre hastalığa yakalananların sadece % 0,73’ü hayatını kaybetti. Ülke nüfusunun geneline vurulduğunda bu oran çok daha cüzi bir rakama düşüyor. Ve buna rağmen aklı başında olan herkes, insan hayatı söz konusu olduğunda sayıların ve istatistiklerin ne kadar önemsiz olduğunu görebiliyor. Çünkü hayatını kaybeden bir kişi tek başına değerlendirildiğinde bu oran %100. Kaybedilen her can önemli. İşte bu nedenle, yine “aklı başında olan” herkes, şahsen risk grubunda olmasa bile, hiç tanımadığı uzak bir kişinin ölümünde pay sahibi olabileceği endişesiyle, hayatımızı oldukça kısıtlayan bazı kuralları gayet makul bir kabullenmeyle yerine getiriyor ve “Bizi gereksiz yere kısıtlıyorlar” demiyor. Çünkü biliyor ki, bu kısıtlamalar uygulanmazsa, insanlar – ne kadar az sayıda olursa olsun – ölebilir. Bu yüzden, insanlar, belli bir kısıtlamanın kendileri için gerekli olmadığını düşünüyorsa bile [ki bunun garantisi de yok], o kısıtlamanın ardındaki mantığı anlıyor.
İşte, fiziksel yaşam için geçerli olan bu anlayışın, manevi yaşam için de geçerli olmaması için bir sebep yoktur. Zira tek kişi bile önemlidir, değerlidir, vazgeçilmezdir. Hem bedenen, hem de ruhen.