Tanah döneminde Erets-Yisrael’in ve komşu topraklarının haritasına ve Bene-Yisrael’in Mısır çıkışı sonrasındaki güzergâhına aşina olmayanlar için kısa bir özetle başlamak istiyorum. Tora’da verilen sınırlara göre Erets-Yisrael’in batı sınırı Akdeniz, doğu sınırı Yarden Nehri’dir. Güney sınırı, Ölü Deniz’in (Lut Gölü) güney kıyısından başlayarak, batıya doğru biraz girintili çıkıntılı olsa da aşağı yukarı aynı çizgide ilerleyerek günümüzde Gazze’nin biraz batısında kalan, Mısır’ın El Ariş Irmağı’nın Akdeniz’e döküldüğü noktaya kadar uzanır. Kuzey sınırı yazımın konusuyla ilgili değil, ama yaklaşık olarak günümüzdeki Lübnan’ın ortalarına ve kuzeydoğuda Fırat Nehri’nin Suriye toprakları içinde bir kavis yaparak, kuzey-güney doğrultusundan batı-doğu doğrultusuna dönüş yaptığı, günümüzde Assad Gölü olarak bilinen noktaya kadar uzanır. [Kısacası birçoklarının düşündüğü gibi günümüz Türkiye topraklarıyla Erets-Yisrael’in kesiştiği hiçbir nokta yoktur.] Bene-Yisrael bu sınırlara sadece Kral Şelomo döneminde erişmiştir. O dönemde de Fırat Nehri’ne kadar olan topraklar tamamen Yisrael’in elinde değildi; ama ekonomik etki açısından bu bölge Yisrael’e bağlıydı.
Tanah döneminde Erets-Yisrael’in komşuları Edom, Moav ve Emori halklarıydı. Edom toprakları Ölü Deniz’in güneyinde kalan topraklardır; yani Edom, Erets-Yisrael’in güneydoğu komşusuydu. Ölü Deniz’in doğu kıyısı boyunca Moav toprakları yer almaktaydı. Moav’ın hemen kuzeyinde, yaklaşık olarak Ölü Deniz’in kuzey ucundan yukarıda Yarmuh Irmağı’na kadar olan kısım, başkent Heşbon’da oturan Emori kralı Sihon’un; onun kuzeyinde Kineret Gölü’nün doğusunda kalan topraklar ve Golan bölgesi de, Aştarot ve Edrei’de hüküm süren Emori kralı Og’un elindeydi. Sihon ve Og o dönemde yenilmez kabul edilen son derece güçlü iki hükümdardı. Bene-Yisrael’in bölgeye geldikleri döneme yakın bir zamanda Sihon, güneyde Moav’la savaşmış ve Moav topraklarının Arnon Irmağı’na kadar olan kuzey kısmının yarısını alarak topraklarını genişletmişti.
Mısır’dan çıkan Bene-Yisrael’in, Tora’yı aldığı Sinay Dağı’ndan yola çıktıktan sonra, Erets-Yisrael’e güney yönünden girmek için sadece on bir günlük bir yolculuk yapması yeterliydi bkz. Devarim 1:2). Ama casusların günahı sonrasında o nesle Erets-Yisrael’e girmeme cezası verilmiş ve Bene-Yisrael toplamda kırk yıllık bir süre boyunca Negev bölgesinde kırk iki farklı konaklama yeri arasında yolculuk etmişti.
Kırkıncı yılda nesil değişmiş ve Erets-Yisrael’e girme vakti gelmişti. Bene-Yisrael Negev’den kuzeye doğru ilerlemeye başladılar. Ülke’ye yine güney tarafından girmek istediler. Ama bunun için Edom topraklarından geçmeleri gerekiyordu. Edom kralı geçiş izni vermedi. Bunun üzerine Bene-Yisrael doğuya yöneldiler ve Ölü Deniz’in hemen doğusunda yer alan Moav topraklarının da çevresinden dolaşarak Sihon’un elindeki Emori topraklarının kıyısında kamp kurdular. Amaçları, Erets-Yisrael’e doğudan girmek üzere, Sihon’un topraklarından geçmekti. Sihon’a elçiler göndererek geçiş izni istediler, ama Edom kralı gibi, Sihon da izin vermediği gibi, ordusunu toplayarak saldırıya geçti. İki halk arasında Yatsa [veya Yaats] adlı yerde gerçekleşen muharebe sonrasında Sihon’un tüm toprakları Yisrael’in eline geçti. Ardından kuzeydeki Emori kralı Og da Yisrael’in mesaj göndermesini bile beklemeden saldırdı ve bu savaş sonrasında Og’un elindeki topraklar da Yisrael’in eline geçti. Tüm bunlar geçtiğimiz hafta okuduğumuz Hukat peraşasının konusudur ve bazı ayrıntıları da Devarim peraşasında anlatılmaktadır.
Bu haftaki peraşamız, o dönemde Moav kralı olan Balak’ın, Yisrael’in fetihleri karşısında korkuya kapıldığını, ama Sihon ve Og gibi çok güçlü iki kralı mutlak yenilgilere uğratmış olan Yisrael’le doğrudan savaşmaktan çekinerek, onları metafizik alanda zayıflatma yoluna başvurduğunu anlatarak başlamaktadır. Balak bu amaçla, Yahudi olmayan bir peygamber sayılan ünlü büyücü Bilam’a başvurmakta ve “nefesinin kuvvetli” olduğu düşüncesiyle, onun Yisrael’e beddua etmesini istemektedir. Bu beddua konusu ve ne gibi bir öneme veya etkiye sahip olduğu ilginç bir konudur, ama bu yazıda bu noktaya girmeyeceğim. Bu yazının konusu, Balak’ın korkusunun yerinde olup olmadığıdır.
Yukarıdaki anlatımdan anlaşılacağı üzere, şayet Yisrael, Moav’a karşı savaşmaya niyetli olsaydı, bunu yapmak için bu aşamayı beklemesine gerek yoktu. Güneyden yaptığı yolculukta geniş bir kavis çizerek Moav topraklarının çevresinden dolaşmak yerine doğrudan Moav’a saldırır, topraklarını alır ve Erets-Yisrael’e daha kestirme bir yoldan girerdi. Ama bunu yapmamıştır. Tabii ki aynısı, daha önceki aşamada Edom karşısında da doğrudur. Orada da Yisrael, Edom’a saldırıp Tanrı’nın yardımıyla zafer elde ederek ülkeye güneyden girebilecekken, bunun yerine Edom topraklarının etrafından dolaşmıştır. Yisrael’in, Yeoşua liderliğinde “Erets-Yisrael’in içinde” gerçekleştireceği ve her seferinde savaşmadan önce teslim çağrısında bulunacağı fetihler öncesinde sadece “saldırıya uğradığı zaman” savaştığını ve zafer sonrasında toprak kazandığını görüyoruz. Yisrael neden Edom ve Moav’a saldırmamıştır?
Bunun sebebini Tora bize birkaç hafta sonra okuyacağımız Devarim peraşasında açıklamaktadır. Tanrı, Edom için şöyle demektedir: “Seir’de oturan kardeşleriniz Esav-oğullarının sınırından geçiyorsunuz. Sizden korkacaklardır. Çok dikkatli olun, onlara sataşmayın; zira size onların ülkesinden bir ayak basımı bile yer vermeyeceğim, çünkü Seir dağını Esav’a miras olarak verdim” (Devarim 2:4-5). Daha sonra Moav’la ilgili olarak da benzer bir uyarı vardır: “Moav’a baskı yapma ve onlara savaş [amacıyla] sataşma; çünkü sana onun toprağından miras vermeyeceğim, zira [Moav’ın en büyük şehri olan] Ar’ı miras [olarak] Lot-oğullarına verdim” (Devarim 2:9).
Bu ifadelerin mesajı gayet açıktır. Tora, Bene-Yisrael’e, komşu halkların, onlara Tanrı tarafından verilmiş olan topraklardaki haklarına saygı duymalarını emretmektedir. Yisrael, işte bu nedenle Edom’a ve Moav’a saldırmamış, topraklarının etrafından dolaşmıştır. Dolayısıyla Moav’a saldırmak için daha önce olmadığı gibi, şimdi de bir sebep yoktu. Artık Yisrael ile Erets-Yisrael arasında hiçbir engel de kalmamıştı. Balak’ın korkusu tamamen yersizdi. Öyleyse neden korkmuştu?
Cevap Balak’ın ta kendisinin, zihniyet olarak baskıcı ve yayılmacı bir hükümdar olmasında yatar. Balak, bizim ahlaki değer olarak algıladığımız şeylerden yoksun bir toplumda kendisi gibi yayılmacı yöneticilerle beraber yaşamakta ve onlarla istişare içinde bulunmaktaydı. Onun dünyasında, güçlü bir millet daima bir zaferden diğerine koşmalı ve yenilene kadar buna devam etmeliydi. Bu fikirden yola çıkarak, “Sihon ve Og gibi iki çok güçlü kralı başarıyla alt eden bir millet, Moav’la da savaşmadan duramaz” diye düşünüyordu. Balak korkuyordu; çünkü böylesine, önüne geleni yenecek kadar güçlü bir milletin, sırf birisi (hatta Tanrı) söyledi diye savaşmayı ve topraklarını genişletmeyi reddedebileceği fikri kendisine çok yabancıydı.
Tanah’ta tanımlanan Yahudi halkı, dünyayı yönetmek ve kendilerine ait olmayan yerleri ele geçirmek gibi hırsları olan bir halk değildir. Tanah’ta, sadece Tanrı’nın emri üzerine fetih ve savaş hareketinde bulundukları yerlere bakıp, Bene-Yisrael’i yayılmacı bir millet olmakla suçlayanlar, Tanrı’nın onlara, barış içinde yaşamaları ve zaferle dönecekleri aşikâr olmasına rağmen başka milletlere saldırmamaları konusunda emir verdiği durumları göz ardı etmektedirler.
Günümüzde benzeri suçlamaların Yisrael Devleti’ne karşı yapıldığını da görmekteyiz. Yahudi halkı, sürgünde olduğu iki bin yıl boyunca sadece, “kendi topraklarına” dönmek istemiştir. Dünyayı ele geçirecek bir imparatorluk kurma emeli yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Yahudiliğin gözünde, her halka toprağını Tanrı vermiştir ve Yahudilerin, başkalarının toprağında gözü yoktur. Ama kendi vatanını, evet, istemektedir. Ve her ne kadar Yisrael Devleti’ni kuranlar ve kurulduğundan beri onu yönetenler çoğunlukla dindar kişiler değilse de, onlar da Yahudiliğin bu konudaki bakışından farklı bir bakış içinde olmamışlardır. Üstelik Yisrael halkı içinde, sırf komşularla barış olması için vatanın bir kısmından feragat etmeye dahi hazır olan azımsanamayacak bir kesim bile vardır.
Tüm bu gerçekler ışığında Yahudileri yayılmacılıkla itham ederek, onlara kendi vatanlarını bile çok görenlerin, çoğunlukla kendi vatanlarıyla yetinmeyip, büyük imparatorluklar kurma amacıyla çok geniş toprakları ele geçirmiş, dünyanın her yanında sömürgeler kurmuş, halklarını vergiye bağlamış, hatta büyük katliamlara imza atmış, kaynaklarını istismar etmiş uluslar olması gerçekten manidardır. Aslında bu tavrın ardındaki psikoloji Balak’ın yukarıda gördüğümüz psikolojisinden farksızdır. Bu psikolojiyi Yahudilere yansıtarak onları kendi anavatanlarından mahrum etme çabaları ise, Yahudileri de kendileri gibi sanmalarının [veya kendi tarihlerini temize çıkarma ihtiyacıyla, malum günah keçisi Yahudilere bu yakıştırmaları yapmalarının] bir sonucudur. Oysa dindar olmasalar bile binlerce yıllık süreçte Tora’nın birçok değeri iliklerine işlemiş olan Yahudiler öyle değildir. Gündemdeki ve sonuçta olup olmayacağı bile belli olmayan “ilhak” konusu da ancak ve ancak bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.