( Yazarın yazısını sesli dinlemek için tıklayınız)
Merhaba sevgili okurlarım. Aradan geçen on beş günde, umuyorum ki canınızı yakacak özel şeyler yaşamadınız. Çünkü insan bu günlerde hep sıkıntılı bir haber gelecek endişesiyle yaşıyor. Özellikle akşam haberleri beni çok etkiliyor. Hele Türkiye haberlerini izlerken, canım avaz avaz bağırmak istiyor.
Halkın düşüncesizliğinden tutun da, yöneticilerin ve işsizlerin hallerini düşünmek bile beni benden alıyor. Biz, bütün dünya insanları, uzun ince bir yolda durmaksızın ve umarsızca yürüyoruz ve sonu gelmeyecek gibi görünen bu gerçeküstü dönemi bir biçimde geçirmek için çabalıyoruz.
Ben neler yapıyorum diyeceksiniz, valla biz beş haftadır, evden dışarı burnumuzu bile çıkarmadık. Oğullarımızın sıkı yönetimi altında yaşıyoruz. Alışverişleri genellikle küçüğü yapıyor, çünkü evi bize çok yakın. Büyüğü yarım saat ötede yaşadığı ve tam gün çalıştığı için, bizi uzaktan yönetiyor. Anlayacağınız bize Ohal idaresi uyguluyorlar. Küçük, paspasın üzerine alışveriş torbalarını bırakıp, kapıya üç metre uzaktan 5-10 dakika sohbet edip, yok oluyor. Dokunmak yasak, bir metre daha yaklaşmak yasak, maskesini indirip uzaktan nur cemalini bir gösterip yeniden kapatıyor. Neyse görüntülü telefonlar henüz tesettüre girmedi, orada yüzlerini apaçık görüyoruz ya, buna da şükür.
Evde sıkılıyor muyuz? Eşim çok serin kanlı bir adamdır, üstüne çok gidilmezse rengini belli etmez. Bilmece çözüyor, müzikler dinliyor, durmaksızın filmler seyrediyor, bir de nostaljisi tutunca eski Yeşilçam filmlerine takılıyor, işte ben o zaman kendimi nereye saklayacağıma karar veremiyorum. Nalan, Kenan, Handan, Hulusi Kentmen, ille de Ediz, Hülya ve Türkan. Çocukluğunun ada yazlık sinemasında hissediyormuş kendini. Bana gelince, ben kendine yeten bir insanım. Ev severim. Okuyorum, yazıyorum, çiziyorum, bir de son haftalarda bir resim boyama aplikasyonuna saldırdım. Boya babam boya. Hem de kanapede, bir tek işaret parmağını oynatarak. Valla, şu teknoloji nelere kadir…
Arada bir balkona çıkıp, mahpushane damında birkaç volta atıp, içime derin nefesler çekip, dışarı veriyorum. Bu beynimi tazeliyor ve sağaltıyor. Aklınızda olsun eğer sürekli bir esneme hali varsa, bu beyninizin oksijeninin azaldığını gösterir. Temiz havayı birkaç defa burnunuzdan alıp, ağzınızdan dışarı verirseniz, aniden bütün bu sıkıntılar ortadan kayboluyor. Çaresiz acı veya öfkelerde ve bedeninizdeki keskin sancılar sırasında da bu nefesleri alıp vermek çok iyi sonuç veriyor.
En büyük sıkıntım televizyonda akşam haberlerini dinlemek… Türkiye haberleri beni benden alıyor. Hangisine üzülsem, ben de bilemiyorum. Halkın aymazlığına mı? İdarecilerin garabetine mi? Hakikaten Türkiye’nin dörtte üçü olayın vahametini kavrayamıyor, marketten çıkarlarken maskelerini içeri girenlere veriyorlarmış, onlar da sevinip hemen suratlarına takıveriyorlarmış. Vaziyeti anlatabildim diye düşünüyorum. İsrael tabii ki yüksek düzeyde eğitimli ve kuralcı bir ülke. Burada iki yaşından itibaren, çocuklar kuralları sizden daha iyi biliyorlar. Sadece aşırı dinci kesim ülkenin en büyük derdini teşkil ediyor. Onlar kendilerini Tora’ya ve Tanrı’ya emanet edip yaşadıkları için, en çok Corona ölümü orada oluyor. Hani “Saldım çayıra Mevlam kayıra” misali. Nedir ki modern çağda Mevla bizden önce aklımızı kullanmamızı ister, aksi halde insan aklını bu kadar evrim uğratmazdı.
Aslında Corona günleri, gerçek bir dünya savaşı. Topla, tüfekle, uçakla değil ama görünmeyen ölümcül bir düşmana karşı sığınaklarımızda gizleniyoruz. Askerler, sağlık ordusu, komutanlar ise doktorlar. Hastaneye cepheden adam taşır gibi hastalar taşınıyor. Bütün dünya, yel değirmenlerin can havliyle kılıç sallıyor. Gazamız mübarek olsun.
Bir de her gün aldığımız kayıp haberleri beni kahrediyor. Bu sevgili insanlara son görevlerimizi bile yerine getiremiyoruz. Uzaktan üzülmekle yetinmek zorundayız. Bu günler dünya tarihinin en acı sayfalarından biri olarak, belleklere kazınacak. Dilerim ki tez vakitte gitsin ve yok olsun.
Ahh Pesah Pesah, sen nelere kadirmişsin. Meğerse kilolarca pırasa ve ıspanaklarla savaşmak, kuzuları patatesler eşliğinde fırına vermek, herkese kekler, tezpiştiler pişirmek ne güzelmiş. Yorulmak, koşuşturmak, telaşlanmak ne güzelmiş. Bu sene ömrümün en durgun Pesah’ını yaşadım. Oğullar ve torunlar kendi evlerinde, biz iki arpacı kumrusu baş başa, çocuklarımıza ekranın soğuk camının arkasından bakarak Seder yaptık. Kendimi Charles Dickens’ın roman kahramanları gibi gariban hissediyordum o gece. Karşılıklı kadeh kaldırdık. Çocuklar çok şekerdi, tertemiz giyinmişler, bıcır bıcır, bense ciğerci dükkanının önünde yalanan sokak kedisi hallerinde… Bana en çok onlarla olamamak dokunuyor. Valla büyükler alınmasınlar ama, bana en çok toruncuklarımın özlemi dokunuyor. Onların ipek yanaklarını dudaklarım nasıl arıyor bilemezsiniz. En büyük torunum Guy David 10 yaşında, çok duyarlı ve merhametli bir çocuk. Yüreği sevgi dolu, her gün telefonlaşıyoruz, yaptıklarını anlatıyor, birbirimize olan aşkımızı konuşuyoruz. Kızlar sekizer yaşında, Maya ve Sary, onlar çok cool, ”merhaba, hadi bay bay “deyip konuşmayı kısa kesiyorlar. Galiba daha özlemenin ayırdına çok varamıyorlar. Kendi eksenlerinde yaşıyorlar. Herhalde bir iki yıllık yaş farkı bile, çocuklarda farklı duygular geliştiriyor.
Tanrı hiç kimseyi, sevdiklerinin eksikliği ve açlıkla sınamasın. Neyse yine de nankörlük etmeyelim. Karnımız tok, sırtımız pek, teknoloji sayesinde ailelerimiz ve dünya ayaklarımızın altında daha ne? Ben sokağa kendilerinizi fütursuzca atanları anlayamıyorum. Çocuklar bile eve sığıyorlar, siz sığamıyorsunuz. Kendinize gelin ve evde kalın. Unutmayın her gecenin bir sabahı vardır. Ablamın en sevdiğim sözü ile bu yazıyı bitirmek istiyorum; ” BU DA GEÇER”.