top of page

Alçakgönüllülüğün Getirileri


“Vayikra El Moşe… – Ve (Tanrı) Moşe’yi çağırdı…” (Vayikra 1:1)

Tora’nın üçüncü kitabı olan Vayikra, ismini kitabın ilk kelimesinden alır. Ancak bu kelimenin yazılışında bir farklılık vardır. Kelimenin son harfi olan “Alef” diğer harflere göre daha küçük yazılıdır: (VAYİKRA)

Bu yazılış tarzı üzerine yapılan birçok açıklama mevcuttur. Basit anlamda Moşe, büyük tevazuu nedeniyle, bu sözcüğü olduğu gibi yazmak istememiştir, çünkü bu ifade Tanrı’nın Moşe’ye şahsen hitap ettiğini göstermektedir ki bu da Moşe’yi çok özel bir konuma sokmaktadır. Ama Tora’dan tek bir harf bile eksiltmek söz konusu olamayacağı için Moşe, sözcüğün son harfini harfi diğerlerine göre daha küçük yazmıştır. Bu haliyle, bu son harf sözcüğe ait değilmiş gibi, sanki sözcük “Vayikra” değil de “Vayikar”mış gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.

Vayikar sözcüğü, “rast geldi” anlamına gelir. Bu kullanımı daha ilerideki Balak peraşasında yabancı peygamber Bilam’la ilgili olarak görmekteyiz. Orada birkaç yerde Tanrı’nın Bilam’a “rast geldiği” söylenmektedir. Bilam, Tanrı’nın doğrudan, özellikle, şahsa hitapla temas kuracağı kadar değerli biri olmadığı için, Tanrı’nın onunla olan temasları “rast gelmek” fiiliyle ifade edilmiştir. İşte, Tora’nın “yeryüzündeki en mütevazı kişi” olarak tarif ettiği Moşe de, kendisini Bilam’la aynı düzeyde göstermek istediği için, alef harfini daha küçük yazmıştır. Moşe kendisini, Tanrı’nın doğrudan hitabına layık biri olarak görmüyordu.

Kendi bakış açısından durum böyle ise de, Ki Tisa peraşasının en sonunda anlatıldığı üzere, Moşe diğer insanlardan farklı bir kutsiyete sahipti. Bunun belirtisi olarak da yüzü bir ışıltıyla parlıyordu. Hatta bu parlaklık sebebiyle Moşe yüzünü bir maske ile örtmek durumundaydı.

Hahamlarımız, onur konusunda şöyle derler: “Onur, peşinden koşandan kaçar, kendisinden kaçanı kovalar.”

Rambam, hayatın her yönü için daima orta yolun takip edilmesi gerektiğini belirtir. Bunun tek bir istisnası vardır. Kişi tevazu konusunda orta yolu bile takip etmemeli, mümkün olduğu kadar gururdan kaçmalıdır. Yüksek tevazu, Moşe Rabenu’nun parlak bir ciltle ödüllendirilmiş olmasının bir sebebidir. Rabi Yeoşua Bertram, Moşe’nin Tanrı’ya yaklaşabilmesinin en önemli sebebinin, Tanrı ve insanlar karşısındaki tevazuu olduğunu ifade eder.

Ünlü ortaçağ otoritelerinden Rabenu Bahaye (1263-1340) tevazu kavramını, ar duygusuna ve sabra sahip olmak, insanları onurlandırmak ve yapılan hakaretlerin bile sebepsiz olmadığını kabul etmekle eş tutar. Ona göre tevazuun dört tane sonucu vardır: 1. Tanrı Korkusu, 2. Zenginlik, 3. Onur, 4. Yaşam.

Alçakgönüllü bir insan, Tanrı korkusuna sahip olur; çünkü ne yaparsa yapsın, tek başına bir şey başaramayacağının farkındadır. Maddi manevi her türlü imkânın tek kaynağının Tanrı olduğunu bilir. Tanrı’nın yanında ne kadar küçük ve önemsiz olduğunun bilincindedir.

Alçakgönüllü, Tanrı korkusuna sahip bir insan, “zengin” olur. Çünkü payına düşenle mutludur ve ihtiyacından fazlasına sahip olmak gibi bir hırsı yoktur. Pirke Avot’ta da dendiği gibi; “Kim zengindir? Payına düşenle mutlu olan.”

Alçakgönüllü, Tanrı korkusuna sahip ve payına düşenle mutlu olan bir kişi, onur kazanır. Çünkü Tanrı’nın kendisi için uygun gördüğü şeylerle mutludur ve bu yüzden daha fazlasına yönelik dürtü ve hırsları şiddetini yitirmiştir. Rabenu Bahaye’ye göre, böyle bir kişi daima onurlandırılacaktır. Belki de daha doğrusu, böyle bir kişi, artık her şeyi bir onur olarak görmeye başlayacaktır. Gururlu insan onuru talep ederken, alçakgönüllü insanın gözünde, en ufak şey bile kendisi için büyük bir onurdur.

Son olarak, alçakgönüllülük insana gerçek yaşamı sağlar. Kişi payına düşenden fazlasını arzu ettiği sürece, sahip oldukları konusunda da endişeli ve diken üstündedir. “Acaba borsa düşecek mi?” “Gayrimenkuller ne olacak?” “Terfi eder miyim?” … Bu tipteki endişeler hayatı boyunca kendisini kovalar ve “yaşam”, yarına dair kaygılarla sıkıntı içinde geçer. Bu korku ve stresin insanın hayatını kısalttığı hepimizce bilinen bir gerçektir. “Bu sebeple,” der Rabenu Bahaye, “kişi yarını konusunda endişelenmemelidir. Çünkü bugünün ne getireceği bile belli değildir ve gerçekte bir yarın olmayabilir. Bu açıdan bakıldığında, görülüyor ki, gelecek hakkında endişe duyan biri, belki de ait olmayacağı bir dünya hakkında kendisini yormaktadır. Alçakgönüllü insan bu tip bir strese sahip olmadığı için, bu dünyada “yaşar”. Alçakgönüllü insan yaşamı kazanır.

Geçen haftaki yazımın sonunda değindiğim gibi, hepimizi bir şekilde alçakgönüllülüğe iten bir dönemden geçiyoruz. Durup dururken ortaya çıkan bir virüs dünyayı kasıp kavuruyor. Dünyanın dört bir ucundan felaket haberleri geliyor. Sosyal medyada da bu konuda bazen mizah, bazen bilgilendirme, bazen de ikaz amacıyla sürekli olarak mesajlar, sloganlar, kısa filmler dolaşıyor. Bu kısa mesajlardan birinde şöyle diyordu: “Bundan sadece bir ay önce en büyük derdimizin tereyağı eksikliği olduğunu düşünüyorum da…”

Zor zamanlar, zor olmayan zamanları takdir edebileceğimiz, insanın aslında çok daha azıyla da idare edebileceğini hatırlatan zamanlardır. Elbette sıkıntılı dönemler bir ideal değil. Hepimiz normale dönmeyi tercih ederiz. Ancak yine de, en kısa zamanda olması dileğiyle, normale döndüğümüz zaman da, arzularımızı, beklentilerimizi, hırslarımızı belli bir perspektif içinde, makul bir sınır dâhilinde tutmamız, kısacası, şu anda almakta olduğumuz tevazu eğitimini mecbur olmadığımız zaman da belli bir düzeyde uygulamaya geçirmemiz, bize, yukarıdaki tanımlarıyla, Tanrı korkusunu, zenginliği, onuru ve yaşamı verecektir. Çünkü aslında bunların hepsi bir yaklaşım meselesidir.

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page