Galiba İstanbul hakkında en uzun yazımı yazmak üzereyim..
O kadar doldum ki!
Gizemli, ilginç, değişik, canlı, capcanlı, insanı içine çeken, bir yandan da boğan bir şehir.
Ne kadar kızıp küfretseniz de bazen insan tekrar tekrar dönmek istiyor buraya, insani çeken tuhaf bir yanı var.
Her telden, her şeyden var burada.
Her tür giysi, insan, ev, doğa, doğasızlık, ,çirkinlik, hayat ve ölüm, .nefes ve boşluk..
Herşeyden bir yudum, her tattan bir tutam katılmış büyük bir kazan çorba gibi.
Her sokak,her mühit değişik.
Güzel yanı da bu. Ultra lüx alışveriş merkezleri, pahalı ürünler, muhteşem binalar, kaliteli lokantalar, hemen az ötesinde açlıktan nefesi kokan insanlar cirit atmakta…
Sokaklarda yürürken burnunuza gelen kestane kebabın o keskin iştah açıcı kokusu, simitin cazibesi...Vitrinleri her biri sanat eseri olan pastaneler.
Bir yandan da itiş kakış, asabi insanlar, yürürken omuz vurarak geçenler…
Bebekle gezmeye imkan yok, kaldırımlar yüksek, bir anda önünüze açılan cukurlar, yollarda korumasız yapılan tamirat çalışmaları…
Lokantalarda hizmet olağanüstü, çay ikramları, zengin menüler, dehşet lezzetler…
Ya çok pahalı ya da çok ucuz fiyatlar. Özellikle bebek ve çocuk ürünleri çok pahalı.
Bazen de öyle birşeye rastlıyorsunuz ki almazsam olmaz diyorsunuz ucuzluğu ve yüksek kalitesi karşısında.
Kadıköy, cadde, Nişantaşı tadından yenmiyor. Cıvıl mekanlar, dışarılara taşan gençlik, pırıl pırıl ümit vaad eden insanlar…Sokakta bir anda kulağıma tanıdık melodiler çalınıyor. Sezen Aksu, Ajda Pekkan…
Bazen bir ney senfonisi duyuyorum karşı kaldırımdan çalan.
Mekanlar temiz ama sokaklar değil.Yerler izmarit dolu, sigara içen epey çok.
Rengarenk, dopdolu, capcanlı bir şehir. Egzotik, eski, yeni bir kokteyl gibi. Hani bazen içersin de karar veremezsin tatlı mı ekşi mi diye. Acaba lezzetli mi değil mi, bir daha bir daha tadarsın, ya çok seversin,ya da nefret edersin.
Öyle birşey işte…
Ben de karar veremiyorum.
Doğasının katledilişine kızsam mı, çirkin mi, yoksa çok mu güzel bilemiyorum bir türlü. Yine de kendimi ona bakmaktan alamıyorum.
Yürürken etrafıma o kadar çok bakıyorum ki…Bazen bir bankta bağdaş kurup oturuyor etrafımı seyrediyorum. Elinde bastonuyla yaşlı bir teyze… Annesinin aldığı hediyeye sevinen minicik bir çocuk.Telefonunu karıştıran ergenler. Suratlar genelde asık ,insanlar gözgöze gelmeye çekiniyor, gülümsemek nadir. Çok kötü araba kullanıyorlar, ani frenler, ışık ihlali, ters yöne girmeler, ne ararsanız var. Yayalar bile kırmızıda gözünü kırpmadan geçiyor.
Kulağıma anadilim Türkçe çalınıyor devamlı ve ben doğup büyüdüğüm şehrimden koparıldığım zamanları düşünüyorum kendi kendime.
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı.
Herşeyden, her sesten bir kaos..
Martıların melodisi ile satıcıların dansı…
Ne diyeyim be İstanbul!
Ne kadar kızıp sövsem de sana arada sırada, kopamam senden.
Yine ve yine gelip seni dinleyecegim.
Sağa sola kaçışan insanlarını uzaktan izleyeceğim.
Uzaktan… Çünkü artık ben senin bir parçan değilim.
Sadece bir izleyiciyim.
İçinde çocukluğunun özlemi yanan ama öfkeli ve küskün..
Sana dönmem mümkün değil.
Seninle ancak iki eski arkadaş olabiliriz İstanbul..
Ben senden gittim, sen benden değil..
Hoşçakal!
Sevdiklerime iyi bak…