Beezrat A-Şem, Tora’nın ikinci kitabı Şemot’a başlıyoruz.
Bereşit kitabında Tanrı, Avraam’la bir antlaşma yapmış ve ona, soyunun kendilerine ait olmayan topraklarda yabancı olarak yaşayacağını, yerel halkın onları köleleştireceğini ve sonunda Tanrı’nın onları oradan büyük bir servetle çıkaracağını bildirmişti.
Şemot peraşasında söz konusu köleliğin başlangıcını okuyoruz. Yaakov ailesiyle birlikte Mısır’a geldiği zaman, özel muameleye tabi tutulmuş, Mısır’ın en verimli bölgesine yerleşmeleri sağlanmıştı. Tabii ki bunun sebebi, Yosef’in o dönemde Paro’nun baş veziri konumunda olmasıydı. Yosef bilgelik ve beceri dolu yönetimiyle kıtlık döneminde sadece Mısır ve halkını ayakta tutmakla kalmamış, burayı özellikle ekonomik açıdan da bölgenin tartışılmaz süper gücü haline getirmişti. Kıtlık çeken tüm bölge, buradan yiyecek satın alabilmek için Mısır’ı – ve tabii ki başındaki Paro’yu – efsanevi bir zenginliğe eriştirmişti.
Yaakov’un ailesi de burada verimli olmuş, yetmiş kişiyle geldikleri bu ülkede milyonu aşan bir nüfusa erişmişti. Pesah Agadasında okuduğumuz gibi, orada, fark edilen bir halk, “ulus içinde bir ulus” haline gelmişlerdi: İbraniler veya Bene-Yisrael. Ancak bu durum, özellikle de Yosef’in ölümünden sonra, Bene-Yisrael’in Mısır yönetimi nezdinde artık istenmeyen bir misafir olarak görünmesine yol açtı.
Ve sonunda siyaset değişikliği gerçekleşti: “Mısır’da, Yosef’i tanımayan yeni bir kral tahta çıktı.” Acaba Yosef’i tanımamak gerçekten mümkün müydü? Pratik dehasıyla ülkeyi tartışmasız bölge lideri haline getirmiş bir devlet adamı bu kadar kolay unutulabilir miydi? Tabii ki hayır… Midraş’tan alıntı yapan Raşi’nin söylediği üzere bu kral, “Sanki [Yosef’i] tanımıyormuş gibi davranıyordu”. 1. Sadakat ve katkıları inkâr. (Hatta nankörlük.)
Ama mesele bununla kalmadı: “Halkına [şunları] söyledi: ‘Bakın; Bene-Yisrael halkı bizden kalabalık ve güçlü hale geldi. Gelin ondan daha akıllı davranalım ki [daha da] çoğalmasın ve olur da bir savaş çıkarsa o da düşmanımıza katılıp bize karşı savaşarak, [bizi] ülkeden sürmesin.” 2. Propaganda.
“[Mısırlılar, Yisrael halkının] üzerine vergi memurları atadılar…” 3. Mal varlığına haksız yere el koyma.
“Mısırlılar Bene-Yisrael’i, bedensel dirençlerini kıracak şekilde köleleştirdiler. Hayatlarını, harç, tuğla ve her türlü tarla çalışmasından oluşan ağır işlerle acılaştırdılar.” 4. Ağır, ezici çalışmaya zorlama. Köleleştirme.
“Mısır kralı, birinin ismi Şifra, diğerininki Pua olan İbrani [baş] ebelere konuştu: ‘İbrani kadınların doğurmalarına yardımcı olduğunuz zaman, doğum sandalyesine bakın. [Bebek] Erkekse onu öldürün… Paro tüm halkına emir vererek [şöyle] dedi: ‘Doğan her erkek bebeği nehre atın…” 5. Cinayet. Veya: “Nihai çözüm”.
Yıllar önce Yeruşalayim’deki Mahon Hizkiyau adlı eğitim kurumunun müdürü Şelomo Balsam bu beş aşamaya işaret ederek, bunun bize neyi hatırlattığını sormuştu. Sanırım cevap vermeye gerek yok. Mısır esareti birçok açıdan Yahudi halkının tarih boyunca çektiği ayrımcılık, haksızlık, pogrom ve toplu katliamların prototipidir.
Bu yazıda kısaca işin propaganda kısmına değinmek istiyorum. Devarim kitabındaki Ki Tavo peraşasında, Erets-Yisrael’de tarım ürünleri yetiştiren bir çiftçinin, bikurim adı verilen turfanda ürünlerini Bet-Amikdaş’a getirmesi ve burada Tanrı’ya şükranlarını sunma amacıyla belirli bir metni okuması öngörülmektedir. Bu metin, Bene-Yisrael’in Mısır’a inişini, orada büyük bir halk haline gelişini, Mısırlıların onları köleleştirmesini, eziyetten bunalan halkın Tanrı’ya yakarışını ve Tanrı’nın bu yakarışlara kulak vererek Bene-Yisrael’i Mısır’dan kurtarmasını sadece beş cümlelik bir anlatımla özetler. Aslına bakılırsa Pesah gecesi Seder sırasında okuduğumuz Agada’nın temel metni de bu beş cümlenin, parçalar halinde açıklanmasından ibarettir.
Mısırlıların halkı köleleştirmesinden bahsedilen pasuk şöyledir: “Vayareu otanu amitsrim, vayanunu; vayitenu alenu avoda kaşa – Mısırlılar bize kötülük ettiler, bize eziyet ettiler ve üzerimize ağır işler yüklediler.”
Genellikle çeviri böyle yapılır. Ama eğer gerçekten çeviri bu ise, cümlenin “Vayareu lanu amitsrim – Mısırlılar bize kötülük ettiler” şeklinde olması gerekirdi. Oysa pasuk “Vayareu otanu amitsrim” demektedir. Yani tam çeviriyle “Mısırlılar bizi kötü ettiler” veya “Mısırlılar bizi kötülediler.”
Tahminen, bu ifadeyle kastedilen, Paro’nun yukarıdaki cümlesidir: “Aman, bu Yahudiler çok oldular. Ülkemiz elden gidiyor. Hatta bir an önce uyanıp bir şeyler yapmazsak bunlar düşmanla işbirliği yapıp bizi arkadan vururlar…”
Evet, dedim ya; tanıdık cümleler bunlar. Propaganda işte bu şekilde çalışır. Hatta bir halkın bütünü kötü yürekli değilse bile – ki zaten hiçbir ulusun ne bütünü ne de çoğunluğu kötüdür; insanların büyük çoğunluğu temelde iyidir – kötü niyetli bir azınlık, özellikle de halkların iyi niyetini ve saf insanlık duygularını, ama biraz da cahilliklerini istismar ederek, hedefe koyduğu kişi, grup ya da halkları hayali bir düşman haline getirebilir. Onları “kötü eder”. “Bakın,” der, “bunların amacı her yeri kontrolleri altına almak. Bunun için gizli faaliyetler yürütüyorlar. Bizi içten çökertmeye çalışıyorlar. Gözleri sizin malınızda, mülkünüzde, geleceğinizde, çocuklarınızda. Durum böyle giderse her şeyi elinizden alacaklar… Ama merak etmeyin. Biz buradayız. Her şeyin farkındayız. Bize katılın ve bu yarayı kangrene dönüşmeden kesip atalım…” Gerisi ise sürekli tekerrür eden tarihtir.
İşin komik tarafı, bu nefret için, haydi adını koyalım, “antisemitizm” için, hiçbir sağlam dayanak olmasına da gerek yoktur. Var olan sadece bahanedir. Bunu, eski İngiltere Başbakanı Lloyd George 1923 yılında gayet güzel ifade etmişti:
“İnsan doğasında yıkıma yol açan aşırı fanatizm türleri içinde antisemitizm kadar mantık dışı olanı yoktur. Yahudiler ne yapıp etseler, kendilerini bu fanatiklerin gözünde temize çıkaramazlar. Eğer zengin iseler, hırsızlık ve sömürünün hedefidirler. Eğer fakir iseler aşağılanma ve horlanmanın hedefidirler. Savaşta taraf tutuyorlarsa, mutlaka Yahudi olmayanların kanlarının dökülmesinden avantaj sağlamayı arzuladıkları içindir. Barış telkin ediyorlarsa mutlaka korkak ve endişeli bir doğaya sahip veya ülkelerine karşı ihanet içinde olduklarındandır.”
Ve sözlerini şöyle tamamlamıştı: “Yahudi, yabancı bir ülkedeyse ayrımcılığa ve eziyete maruz kalır veya sürülür. Kendi ülkesine dönmeye kalksa bunu yapması engellenir.” Lloyd George bu son cümlesiyle, modern çağın antisemitizmine de atıfta bulunmuştu: Yahudi halkının, atasal topraklarında barış ve huzur içinde yaşayacağı kendisine ait bir devlete sahip olmasına muhalefet.
Ama işin propaganda kısmına geri dönelim. Acaba bu sadece Yahudi düşmanlarına özgü bir şey mi? Toplum olarak kendi içimizde de, ait olmadığımız diğer gruplara karşı benzer bir yaklaşım göstermiyor muyuz? Bence çok uzağa gitmeye gerek yok. İşte bir yıldır bitmek bilmeyen ve daha ne kadar süreceği bile belli olmayan bir seçim sürecindeyiz. Havada uçuşan sözlere, karşılıklı suçlamalara kulak veriyor musunuz? Bence vermeyin, ama yine de insan bir şekilde duyuyor. Yok şu kesim vatan haini, bu kesim örümcek kafalı, öbürü ahlak yoksunu, diğeri mesihçi hayaller peşinde, öteki sadece kendi postunu kurtarmayı düşünüyor, beriki parazit… Herkes hayali bir düşman yaratma ve o düşmana karşı saf niyetli halka “Ama merak etmeyin. Biz buradayız. Her şeyin farkındayız. Bize katılın ve bu yarayı kangrene dönüşmeden kesip atalım” mesajını verme peşinde değil mi? Evet, belki diğer propaganda örneğinde olduğu gibi amaç, Tanrı korusun, bir “nihai çözüm”e gitmek değil, alt tarafı bir seçim kazanmak. Ama acaba bu kutsal (!) amaç, olumsuz propagandanın açmakta olduğu onulmaz yaralara değer mi?
Doğrularıyla, yanlışlarıyla, iyisiyle, daha az iyisiyle bunca asırdan sonra atasal vatanımızda bir araya gelmişiz. II. Bet-Amikdaş’ın yıkılışının ve hâlâ yeniden kurulamamış olmasının sebebi olan sebepsiz nefreti, üstelik onca eziyet çekmemize sebep olmuş yöntemlerle bu kadar uyandırmaya, bu kadar beslemeye değer mi?