Geçtiğimiz hafta 2 günlüğüne Kadıköy’deydim. Kadıköy Dostları Derneğinin davetlisi olarak gittiğim bu Gezi/Anma Organizasyonu, benim bilinçaltı çocukluk tatlarımı, lezzetlerimi ve kokularını buram buram açığa çıkardı. Sevgili Kadıköy’üm bu defa bana yapacağını yaptı ve ben giysi vitrinlerine bakmak yerine kuruyemişçi dükkanlarına, pastacılara, açmalara ve simitlere daldım. Vay arkadaş, sırf tıkınmaca… Kap iki simit, yanında iki ince belli çay. Kap bir bardak boza, yanında sıcacık yeni kavrulmuş sarı leblebi. Kap koca bir fincan tarçınlı, buram buram mis kokulu salep. Efendime söyleyeyim, Saray Muhallebicisi’nden masaya gelen sıcacık su böreği, sonra tatlı niyetine bir parça sade dondurmalı, gül sulu, pudra şekerli su muhallebisi. Devam edeyim mi? Yalnız bir dakika durun, el insaf hepsini birden yemedim ama, az aralıklarla… Çoğundan gerisini eve getirdim..!
Kuruyemişçiye daldım, saatte 1000 km. hızla, kayısı pestili, fındık, tuzlu fıstık, dut kurusu, iğde, pekmezli tatlı sucuk aldım. Eşim ağzı bir karış açık beni izlemekteyken yanına kuş üzümü, sarı leblebi ve kuru üzüm de kattım. Koca torba eşime verildi ve son hızla pastaneye dalındı. Ekler pastalar, kestane şekerleri derken eşimin yalvaran bakışlarıyla durdum. Valla yemedim o anda ama iştiyakla onların hepsinin yanımda, valizimde olmasını istiyordum.
Bir de Hacı Bekir’den karanfilli ve tarçınlı kırmızı akide şekerleri. Kadıköy’den Bahariye Caddesine saparken uzaklardan burnuma kestane kebap kokuları gelince, başım döndü, gönlüm bulandı, ama nedir ki benim tansiyonumun düştüğü ve her şeyi çapraz görmeye başladığım anda, kendimizi Şair Latifi Sokağı’nın köşesinde eskiden yorgancı olan bir “Vegan Restorana” götürüldük. Yemekler açık büfe, kayık tabaklarda, rengarenk yiyecekler var ama, acep ne olabilirler? Ebegümecimden hallice eğrelti otu salatası, içleri bulgurla doldurulmuş dolmalık biberler, pırasa salatası, renkli ebem kuşağı sebze türleri ama yemeğin adı yok!! Neyse her şeyden bir çatal alınca zaten tabak doldu. Hiç de fena değilmiş. Ne diyeyim Tanrı’nın yarattığı her şey çok güzel ve lezzetlidir. Yeter ki biz kıymetini bilelim.
Yemek bitti, Bahariye meydanına gelince sevgili okulum Moda iİk Okulu gözlerimde güneş gibi parladı. Okuldan dışarı çıktığımızda kapıda çocukları bekleyen servisler, o yıllarda hala servis arabası görevi yapan faytonlar ve camekânlı arabalarda çeşit çeşit yiyecekler satan seyyar vitrin arabalar, teker teker gözlerimin önünden akmaya başladılar. Simit, kek, açma ve çatal satan amca, renk renk macunları tepsisinin gözlerine yerleştiren ve bunları çıtayla macunlara daldıran amca, koz helva, susam ve leblebi helvası satan amca, pamuk helvayı gözünüzün önünde çevirip, pembe bir bulut haline getiren pamuk şekerci amca, kağıt helvacı, kıpkırmızı elma ve horoz şekeri satan küçük abi, ve daha neler. Benim yalnızca açma almama izin vardı, bir de nadiren koz helvası… Ama merak etmeyin ben çocuklarım küçükken onlara hepsinden aldım, ben de yedim. Nasılsa annem karışmıyordu artık bana. Valla hiç kimse de ölmedi. İyi ki çocuklarımı mahrum etmemişim. Bahar gelince özellikle ortaokul ve liselerin önünde çağla ve erik satılırdı.
Yaz geldiği zaman da altın sarısı mısırlar ve dondurmalar arz-ı endam ederdi. Bana 25 kuruşluk yani tek top dondurma yedirilirdi, ancak 11 yaşımdayken 50 kuruşluk dondurmaya terfi etmiştim. Tabi çocuklarımla birlikte 4 mevsim dondurma yerken, yasakçı anneme de ikram etmeye başlayıp gülüşürdük. O da “ne yapayım, hastalanırsın diye korkardım” deyip dondurmasını kaşıklamaya devam ederdi.
Bu arada bir şey söyleyeyim, ben obur falan değilim, sadece Kadıköy ve Bahariyede dolaşırken eski günler dalıp valiz doldurdum. Evde sarı leblebili boza içerken, eşimle çocuklar gibi şendik J))