top of page

Göz, Kulak, Kitap…


Göz, Kulak, Kitap…

Önümüzdeki Şabat günü okuyacağımız Vayera peraşası, Avraam Avinu’nun hayatıyla ilgili anlatıma devam etmektedir. Bu anlatım dâhilinde üç meleğin Avraam’ı ziyareti, Sedom ve çevresinin imhası ile Lot ve kızlarının kurtuluşunu görüyoruz.

Bu olayların ardından Avraam, Peliştilerin yaşadığı Gerar bölgesine gelir. Avraam, tıpkı geçen hafta okuduğumuz Leh Leha peraşasında anlatıldığı üzere Mısır’dayken yaptığı gibi, burada da, soranlara, eşi Sara’nın, kız kardeşi olduğunu söyler. [Sara, Avraam’ın yeğeniydi ve onu kız kardeşi olarak tanıtması, geçen haftaki peraşada Lot’a “kardeşim” demesiyle aynıdır.] Sara derhal Gerar kralı Avimeleh’in haremine alınır. Ama Tanrı, Avimeleh’in ona yaklaşmasına izin vermez, ev halkına bedenin çeşitli çıkış noktalarını ve özellikle de kadınların rahmini tıkayan bir rahatsızlık gönderir. Avimeleh’le rüyada temas kurarak Sara’yı serbest bırakmasını emreder ve bunu yapmasının ardından Avraam’ın dua etmesi sayesinde söz konusu rahatsızlığın son bulacağını bildirir.

Sabah olduğunda Avimeleh Avraam’ı çağırır ve sorun çözüme kavuşturulur. Ama Avimeleh Avraam’a serzenişte bulunur: “Ne gördün de bunu yapma gereği duydun?” (Bereşit 20:10). Avraam’ın cevabı bizim için önemli bir ders içermektedir:

“Çünkü dedim: Burada yalnız Tanrı korkusu yok ve eşim nedeniyle beni öldürebilirler.” (Bereşit 20:11)

Ünlü açıklama otoritesi Raşi’nin açıklamasına göre Avraam burada Tanrı korkusu olmadığı kanısına, şehre yeni gelen bir konuğa ilk olarak yeme-içme ihtiyaçları sorulması gerekirken, Sara hakkında sorulan “Eşin mi yoksa kız kardeşin mi?” sorularına muhatap bırakıldığı için varmıştır.

Ama Avraam’ın kullandığı bir sözcük dikkat çekicidir: “yalnız”. Gerar’da her şey vardır. Her şey mükemmeldir. Sanat, kültür, eğitim, bilim, ticaret, görgü… aklınıza ne gelirse, o dönemin şartlarına göre Gerar’da yok yoktur. Tek şey hariç… Tanrı korkusu.

Ve bir yerde Tanrı korkusu yoksa, insanlar ne kadar ileri, ne kadar kültürlü, ne kadar görgülü olursa olsun, iş kişisel hırslar, çıkarlar ve zevkler noktasına gelince hepsi bir kenara süpürülebilir ve ihtirasla körelen gözler, amacına ulaşana kadar hiçbir şeyi görmez olur: “Eşim nedeniyle beni öldürebilirler.”

Eğer Tanrı korkusu yoksa, dünyanın bilim ve kültür alanındaki en ileri ülkesi bile bir canavarlar ordusuna dönüşebilir. Bu ordu, sabah binlerce insanı gaz odalarında katledip, akşam balolarda dans edebilir.

Ya da peraşadan bir örnek verelim:

“[Sedom ve çevresi kükürt ve ateş yağmuruyla imha edilirken, Lot’un] Eşi [kocasının] arkasından [geriye doğru] baktı ve tuzdan bir sütuna dönüştü” (Bereşit 19:26).

Hiç merak ettiniz mi? Acaba Lot’un eşi neden, örneğin taştan değil de özellikle tuzdan bir sütuna dönüşmüştür? Raşi, Midraş öğretilerinden alıntı yaparak bu soruya şöyle cevap verir:

“Tuzla günah işledi ve [bu yüzden] tuzla cezalandırıldı. [Çünkü, konukları geldiği zaman Lot] ona ‘Bu konuklara biraz tuz ver’ demiş, [ama eşi] ona ‘Bu yerde bu kötü geleneği de mi uygulayacaksın?’ diye cevap vermişti” (Midraş Bereşit Raba 50:4).

Bir misafire tuz getirmek kadar basit bir şey nasıl olur da “kötü bir gelenek” olarak adlandırılabilir? Nasıl olur da son derece temel bir insani davranış, toplumda garipsenecek, hatta kınanacak bir “sapma” olarak kabul edilebilir?

Sedom ve çevresinde yabancılara iyilik etmek “kanunen” yasaktı. Dışarıdan gelen bir yolcuya yemek verenler en sert biçimde cezalandırılırdı. Sedom daha çok cinsel ahlaksızlık gibi günahlar nedeniyle biliniyor olsa da, Tanrı’nın bu bölgeyi imha etmesinin temel sebebi aslında bu gaddarlıklarıydı; hatta bu gaddarlığı kanunlaştırmış olmalarıydı.

Tanrı korkusu olmadığı zaman, insanlar kendilerinin üzerinde olan, doğrudan şaşmayacağını ve tamamen objektif olduğunu, kimseyi – hatta Moşe Rabenu’yu bile – kayırmayacağını bildikleri bir Üst Otoriteyi tanımadıkları zaman, en ileri toplumlar bile, en basit insani konularda dahi kavramları çarpıtmaya, bu çarpık kavramları birer norm haline getirmeye ve yeni nesillerini de bu “normlara” göre yetiştirmeye başlayabilir. Mesela birkaç on yıl önce ahlaka aykırı olarak görülen bir davranış zaman içinde ahlak normu haline getirilip çağdaşlık diye sunulurken, buna boyun eğmeyenler geri kafalı diye yaftalanıp aşağılanabilir. Mutlak doğruların olmadığına inanılan bir dünyada her şey değişkendir ve bu değişkenliğin sonu yoktur.

Dolayısıyla günümüzün dünyasında tüm bu çarpıklıklara düşmeye karşı efsunlu olduğumuzu düşünmek büyük bir hata olur. Acaba biz ve çocuklarımız hangi ortamda yaşıyoruz? Değer ve normlarımızı kimler belirliyor? Neyin eleştirilip neyin övüleceğine kimler karar veriyor? Uzun lafın kısası, düşünce yapımız, değer yargılarımız, iyi ve kötü tanımlarımız kimlerin canının çektiği şekilde şekillendiriliyor?

Biraz düşünürsek – tabii ki algı yönetiminin artık bir meslek haline getirildiği günümüzde eğer hâlâ objektif düşünebiliyorsak – bu soruların cevabının pek de iç açıcı olmadığını kabul etmemiz gerekir. İnsanların hırsları, çıkarları, zaafları, korkuları vardır ve kritik anlarda tüm bunların ayartmasına izin vermeksizin “doğru olanı” yapabilmek için – ve evet, “mutlak doğrular” vardır – objektif olmak gerekir. İşte bu nesnelliği sağlayabilecek tek gerçek etken Tanrı korkusudur. Hahamlarımızın öğrettikleri gibi:

“Üç şeye bak – ve kabahat işleyecek duruma gelmeyeceksin. Senden yukarıda ne olduğunu bil: gören bir göz, duyan bir kulak ve tüm eylemlerin bir kitaba kaydediliyor.”

(Mişna – Pirke Avot 2:1)

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page