Her anı bambaşka hislerle dolu. Kiminde heyecanlandığım, kiminde korktuğum, bazen kramp girercesine güldüğüm, yaşların sel gibi akarak ağladığım, direksiyonu yumrukladığım, aynı zamanda tempo tutarak neşeyle şarkı söylediğim, telefonda sevdiklerimle konuşup anlarımı paylaştığım 11.111km.
Geçtiğimiz günlerde bu yolların sahibinin 71. doğum günüydü.
Küçücük yaşına rağmen ne zorlu yollardan geçtiği, ne kadar acıyıp kanadığı, ne kadar sertleştiği ve ne kadar yalnız bırakıldıysa da gerçekten 6 milyonun küllerinden doğduğunun 71.yılıydı.
Benim de ilk doğum günü kutlamasına katılışımdı.
Zamanı geriye sarıp bir adım geriden kutlama gününe varmak istiyorum.
Çarsamba günü, takvimlerde 1 Mayıs,
Bu güne kadar bu gün benim için İşçi ve Emek Bayramı olarak kutlandı. Yeni adım attığım topraklarda bu gün artık resmi tatil değil. Bu günü düşündüm, geldiğim yerde ne kadar zorlayıcı bir gün. Hep bir şiddet ve vahşet beklentisi ve de olacağı için polis ablukaları. Bir dolu taşkınlık yapmak isteyen ortamlar ve onları bastırmak için tepelerinde duran otorite. Özgürce haklarını savunamayan insanlar ordusunun kısıtlı barikatlar arkasında iki çift lafı iletebilme telaşı.
Oysa bu gün bu topraklar bambaşka bir olayı anıyor.
Yom Ha’Shoa
Holokost’ta hayatını kaybedenlerin anıldığı gün bu gün. Acının en derinde olduğu, bir çok ailede en az bir anlatılan, bir de saklı hikaye olduğu o özel gün.
Eva Stories ile baslandı güne. Bir genç kızın gözünden 24saatin işkencesini, insanlık dışı yapılanları izledi milyonlar. Kalbimiz ağzımızda, ya yakalanırlarsa, ya vurulurlarsa… Acaba kaçbilecekler mi? Neden sessiz kalıyorlar? Bu insanlar nasıl bunları yapabildiler? sorularıyla 24 saat bizi kilitledi yeni gençliğin en çok kullandığı sosyal medya aplikasyonuna. Radyolar hüzünlü ezgilere bürtündü. Dükkanlar, lokantalar, her şey ama her yer kapandı. “Herkes” için derin bir yas vardı. Evlerde kamplarda yaşamış ve insanlık dışı anlardan geçmek zorunda kalan insanların sohbetlerine eklendik. Bazılarından gözü yaşlı, bazılarından gururla çıktık. Duyduklarımızı akıl boyutunda anlamlandırmak imkansız, insanın insana yapabildiklerine şahit olmak. Sadece “Hatırlıyoruz!” diyebiliyoruz ve BİR DAHA ASLA.
Günler kendi halinde aktı, her şey olağan döngüsune kavuştu. Ve Cumartesi sabahına bomba uyarılarına uyandık. Uzaktan ne kadar tedirgin olduğumuzu hatırladım oysa şimdi tam içindeyim. 50-70km ötemde patlıyorlar. Şaşırtıcı bir şekilde hayat akışında. Yüreklerde bir hüzün, bir tutam gergin ve soru isaretli ama korku? O ne? Korkunun kırıntısı yok. O nasıl bir güven, o nasıl bir inançtir ki her askerinin yaşamını korur, bombasının düşeceği her şehrini bilinçlendirir. O nasıl bir güven ki, bütün dünyaya “Siz bir susup işinize bakın, biz kendimiz hallederiz,” diyebilir.
Bir günde 200'den fazla rokete sanki pinpon oynuyormuşcasına cevap verdik. Ülkenin her yeri gergindi ama market kuyruklarında hic eksilme yoktu. Hatta yakındaki kutlamalar için mangal planları bile yapılıyordu. Her sabah ofiste bombaların düştüğü bölgede oturan arkadaşımızı sorguya cekip, Iyi misiniz? Her şey yolunda mı? Sabır, bir kaç güne bitmez sakinler diyorduk. Her zaman sakinlediğini bilmenin öz güveniyle.
Lanet yok ama dillerde hep ‘Ah! neden ki’ diyen sözler var.
Derken günlerden Yom Ha’Zikaron,
Sabah 11’de siren çaldı. 10 Kasım’la Çanakkale Şehitleri anması havasında bir hisle iç içeyim. Yollarda arabalar durdu, herkes dışarı çıktı. Çalıştığım iş yerinde herkes ayağa kalktı. Derin bir yas ama gururlu bir yasla donanmış bir sirendi kulaklarımın içinde çınlayan. Acı ama ondan sıyrılıp yücelmiş bir saygı duruşuydu bu. Benim için, Atatürk’ten gayrı, canını savaş uğruna veren askerler için saygıyla başımı öne eğip yanaklarımdan süzülen yaşları hisettiğim bir sesiydi. Geldiğim topraklarda vatan için ölen tüm canlar için de içimden rahmet diler buldum kendimi. Ailelerine sevgilerimi ilettim. Gezi ruhuna can verenlerin, bir secimin iptalini durduramadıklarını düşünüp kısmet dedim. Ülke 1dk durdu. 1 dk boyunca tarifsiz bir sessizlik büründü ülkeye. Sirenlerin iki gün önce bombalar için çaldığı topraklarda o gün ateskeş yapıldı. Bu yüzyılda hala sevgiden beslenemiyoruz.
Ve gelelim kendimi en garip hissettiğim ana.
Akşam saatlerinde yaşadığım şehrin ortasında kutlama töreni var. Sahne kurulmuş. Kalabalık, sessizce geldi ve doldurdu meydanı. Şehitler için güzel sözler, övgüler ve şükürlerin ardından finalde ülkenin milli marşı okundu. En son Hatikva’yı nerede dinlediğimi hatırlamam imkansız. Her zaman kapalı kapılar ardında kutladığımız bu günü sokaklarda özgürce yaşamamıştım. İstiklal Marşı’nı huzurla Taksim meydanında söyleyebildim mi onu da hatırlamıyorum.
Kalbimin yarısı bu toprakların marşını mırıldarken, diğer yarısı aynı anda özgürce İstiklal Marşı’nın sözlerini söylüyordu.
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak ...
Kol ode balevav P’nimah …
( Yahudi ruhu kalbinin derinliklerinde özlem duyduğu sürece)
Sanki iki kalbim varmış gibi o an ikisi de aynı anda attılar. Hem de ne kadar güzel ve ne kadar uyumluydular sevginin coşkusundan dolayı.
İzlediğim manzaralarımda şaşırtıcıydı. Önümde saçları belinde bir polis kız, sevgilisi olan küpeli dövmeli bir polis gence sarılmış birlikte söylüyorlar sözleri. Özgürce…
O demir barikatların ardında duran polislerin hepsi öfkeden uzak ve sadece bölgeyi korumaya gelmişlerdi. Taşkınlık olması olasılığına karşı gönderilmemiştiler. Tersine hepsi o anki coşkuya halktan biri gibi katılmışlardı. Şaşkın bakan gözlerimden yaş geldi. Öfkesiz kutlamaların olabildiğine şahit olduğum için. O kadar güzel bir sahneydi ki zihnime yeni görsel olarak kazındı. Aklımdaki kırmızı elbiseli kadının duruşunun yanına ekledim bu görüntüyü.
Derken ülkedeki hüzün bir narin elbise gibi sıyrıldı ülkenin üzerinden.
Zaman Yom Ha'Atzmaut zamanı.
Her yer mavi beyaz, her yer cümbüş, hava-i fişekler, müzik, gösteriler, showlar, danslarla doldu. Ortalık bir panayır havasına büründü. Ülkenin her şehrinde ayrı bir kutlama yapılıyor.
Benim yaşadığım şehirdeki bir parkta yapıldı. ( ki bu park Gezi parkından 5 kat büyük ve nüfus olarak Taksim’in yarısı bile değil) Ortalık sanki Sarıyer belediyesi geleneksel bahar pikniği havası. Tüm “halk” çoluk-çocuk orada. Ne yazık ki Cumhuriyet Bayramı havası diyemedim zira uzun zaman oldu bu lezzette kutlayamıyorduk gurur günümüz olan cumhuriyetimizi Türkiye’mde. Hep bir tansiyon, hep bir acaba, hep eleştiri, hep gergin sözcükler ve ardından bir serzeniş, hayal kırıklığı, itilmişlik, ötekililik.
Hava-i fişiklerle akın akın mavi-beyaza bürünmüş insanlar etkinlik alanına doğru ilerlerken hissedilen coşkuyu tarif etmem imkansız. Her yaştan insanlar boyanmış, bayraklarla donanmış, çocuklar ellerinde spray köpüklerle her yere sıkıyorlar.Arabalar, sokaklar her yer limoni spray kokuyor. Ne yasak, ne polis, ne barikat, ne de gerginlik. Birlik böyle bir duyguymuş. Aitlik bu kadar keyifliymiş. Sahip olduğunla özgürce coşmak böyle derin bir hismiş. Kısa zamanda bu kadar gelişen bir ülke olabilmek müthiş bir gururmuş. Yeni bildim. İlk kez deneyimledim. İlk kez seyirci oldum. Yazmasam olmazdı, paylaşmazsam olmazdı, içimde kalırdı.
Kutlamaların arasında çocuk ruhumla bende coştum, bende kudurdum ve en büyük pamuk şekerini kaptım.
Sanmayın ki belediyeden, ödedim de aldım.
Her yerin şartlarına uyumlu olursak mutluluğu yakalamak çok kolay.