Geçen hafta içinde birçok web portalında yer almıştı – Menora’nın İsrail’in milli sembolü olmasının yetmişinci yılı kutlanıyordu!.. Çiçeği burnundaki Yahudi Devleti, kuruluşundan az sonra ulusal bir yarışma düzenlemiş, üç bin yıllık tarihini en iyi tanımlayacak simgeyi, resmi sembolü olarak belirleyeceğini ilan etmişti. Gabriel ve Maxim Shamir kardeşlerin önermiş oldukları çağdaş çizimli Yedi Kollu Şamdan, Roma’daki Titus Kemeri üzerinde resmedildiği ve her bir yanında birer başak tanesinin yer aldığı şekliyle bu yarışmanın birinciliğini almış ve bundan böyle ülkenin ulusal ve dünya çapındaki amblemi olmaya hak kazanmıştı...
Yıkılmadan önce II. Beit haMikdaş’ta bulunduğu söylenen gerçek Menora’nın akibeti ise, karanlıklar ve acılar içerisinde geçmiş! İlk kez Alman Lisesi’ndeki tarih hocamızdan öğrendiğimde, hayretler içinde kalmıştım: MS 70 yılındaki Yeruşalayim yağmalanması üzerine Roma’da, ardından Kartaca’da ve en son Konstantinopolis’te görülmesinin ardından kayıplara karışması, bu dev sembolün gizemini daha da yüceltmiş ve birçok yorumlara, kimi düşündürücü öykülere yol açmıştı... Bunların arasında en çok bilinen ve bence en önemlisi, büyük Avusturyalı yazar Stefan Zweig’in “Der begrabene Leuchter” başlıklı anlatısıdır.
“Gömülü Şamdan” olarak Türk okurlarına ilk kez (ancak) 2015 yılında sunulan bu 82 yıllık öykü, Zweig’ın ustası olduğu tarihi biyografi ile novella (uzun öykü) olarak bilinen iki yazın türünün ortasında gibi duruyor! Batı ve Doğu Roma (Bizans) topraklarında yaşamış Yahudi toplumunu konu edinen bu küçük edebiyat mücevheri hakkında, aynı yıl içerisinde “Cumhuriyet Kitap” Dergisi’nde çıkmış yazımın bir bölümünü, bu vesile ile sizlerle paylaşmak isterim:
Odağına Yahudiliğin en kutsal emanetleri arasında yer alan Menora’yı, “Yedi Kollu Şamdan”ı almakla, iki adet kendine has “ikili” özellik içeriyor bu anlatı: Bunların ilki, Yahudi olan Zweig’ın o güne dek sadece bir gençlik oyununda kendi dini inançlarını işlemesinin üzerinden koca yirmi yıl geçtikten sonra kaleme aldığı bu öyküde yeniden Yahudi halkına, bu kez diyaspora sorununa değinmesi; diğeri ise, Konstantiniye’de geçen ikinci önemli yapıtı olmasıdır – Yıldızların Parladığı Anlar seçkisinde yer alan “Bizans’ın Fethi”nin yanında...
Regaip Minareci’nin başarılı çevirisiyle İş Bankası Kültür Yayınları’nın Modern Klasikler Dizisi’nde 110 sayfalık ince bir kitapçık olarak yayımlanan “Gömülü Şamdan”, M.S. 70 yılında Roma İmparatoru Titus’un Kudüs’ü ele geçirdikten sonra II. Kutsal Tapınağı yağmalayarak ülkesine götürdüğü som altından olma Menora’nın öyküsünü anlatıyor. İsrail Krallığı döneminden gelme bu şamdan, Roma’da saklanan savaş ganimetlerinin arasında neredeyse 500 yıl kaldıktan sonra, bu kenti ele geçiren Vandallar ile başkentleri Kartaca’ya doğru yol alır. Ancak bu kutsal emanetin serüveni burada bitmez! VI. Yüzyıl Bizans İmparatoru I. Justinianus’un döneminde kuzey Afrika’ya düzenlediği sefer sırasında Kartaca’yı da ülkesine katabilmiş general Belisarios, Menora’yı gemilerinin birine yükletip Konstantinopolis’e götürür – zira “(...) bir haydutun peşinden daima bir başka haydut koşturur, birinin elinden şiddet kullanılarak koparılan bir şey, ondan da yine şiddetle alınır.” (s. 33)
Stefan Zweig’in kısa giriş yazısında altını çizdiği gibi “Bu, dini öğeleri taşıyan bir sanat eserinin yeryüzünde başına gelen muhtemelen en tuhaf yolculuk olduğu için, benim gözümde Yahudilerin asırlardır süregelen göçebeliğinin sembolüdür...” Kesin olmayan tarihi bilgilere göre bu kutsal emanet, İmparator Justinianuns tarafınca Yeruşalayim’deki bir kiliseye bağışlanmasının ardından tarihin derinliklerinde kaybolur – ancak bazı söylencelere göre dev boyuttaki altın şamdanın Bizans sarayında eritilip ondan hanedan için ziynet eşyalarının yapıldığı, diğer kimi sanılara göre ise, günümüze dek eski İstanbul’un yer altındaki bilinmeyen dehlizlerinde bulunduğu kestiriliyor! Kaleme aldığı bu “efsane”nin son bölümünde ise Zweig’in düşgücü, Menora’nın değişik bir yoldan ortadan kaldırılması sonucu, yıllar/asırlar sonra ortaya çıkabilecek bir çeşit gizemli “yeniden diriliş” olasılığını çağrıştırmaktadır!
Bu uzun öykünün en heyecan verici yanı, ilk 44 sayfasında tanık olduğumuz 455 yılındaki Roma kentinin Vandal yağmalamasından neredeyse bir asır sonra Kostantinopolis’de devam ederken hep aynı kişinin, Romalı Yahudi Benjamin Marnefeş’in etrafında süregelip, Kudüs topraklarında sona ermesidir... İşte burada Stefan Zweig’ın üstün öykücülük yeteneğiyle tarih araştırmacılığının el ele gitmesi, adeta nefes kesici bir anlatının oluşmasını sağlıyor. Romalı haham Eliezer’in sımsıkı elinden tuttuğu yedi yaşındaki Benjamin’e, daha sonraki kuşaklara aktarması için Vandalların gemisine yüklenmeden önce gösterilen “Yedi Kollu Şamdan”, 82 yıl sonra Konstantinopolis’te yeniden ortaya çıktığında, ömrü boyunca böyle bir “mucize”yi beklemiş olan ihtiyar, Bizans’a doğru yola koyulur... Çocukluğundan başlayarak kendini hep “Tanrı’nin sürekli çağırdığı, ancak isteklerini yerine getirmediği biri...” (s. 81) gibi görmüş olan 89 yaşındaki Benjamin Marnefeş’in “Pera Yahudileri”nin yardımıyla huzuruna çıkabildiği İmparator Justinianus’a, “dolaştıkça halkımız huzur bulmayacak” olarak tanımladığı Menora konusundaki “çilemizi bitir ve şamdana huzur ihsan et!” (s. 76) çağrısı, olumlu bir yanıt bulabilecek mi?
Stefan Zweig, her ikisinin ölümünden önce son kez Belçika’nın Ostende sahil kasabasında bir araya geldiği yazar dostu ve hayranı Joseph Roth’un dini konulardaki yardımıyla 1937’de tamamladığı bu sürükleyici öyküsünde tarih ile söylenceyi, gerçek ile düşü bir araya getirerek, dünya yazınında pek sık görülmeyen, daha çok bilim kurgu yapıtlarında rastladığımız sağlam bir öngörüye de yer veriyor... Yaşlı Benjamin son yolculuğuna çıkmadan “Menora’yı kurtarabilirsek, halka ait olmalıydı ve halkımız onu en kutsal teminat olarak muhafaza etmeliydi. Gelgelelim bizim halkımız nerede?” (s. 99) sorusunu ortaya attıktan sonra, “Şamdanı huzura kavuşturmak istiyorum, ancak orada ne kadar süreyle huzur içinde kalacağını Tanrı’dan başka kim bilebilir?” diye devam ediyor – ve şu çarpıcı sonuca varıyor: “Şamdanın yazgısına Tanrı, yalnızca O ve yalnızca O karar versin. (...) Şamdan kayıp olarak bilinsin, ama Tanrı’nın sırrı olan biz, biz kayıp değiliz!” (s. 100)
Dini ve ulusal düşüncelerin aynı anda işlenmesine, ortak bir sentez ile –düşsel de olsa– sonuçlandırılmasına daha güzel/sanatsal bir biçimde tanık oldunuz mu hiç?..
Meraklıları için: https://www.kitapyurdu.com/kitap/gomulu-samdan-/382579.html&filter_name=g%C3%B6m%C3%BCl%C3%BC%20%C5%9Famdan https://www.academia.edu/8273657/Stefan_Zweig_The_Buried_Candelabrum._1937._This_is_the_first_and_best_hidden_menorah_novel._Nothing_to_do_with_the_Vatican--_that_came_later_ https://www.amazon.fr/Chandelier-enterr%C3%A9-Stefan-Zweig/dp/2246320038 http://gutenberg.spiegel.de/buch/legenden-6973/3