top of page

27 Ocak’ta Almanya’dan alınan dersler...


Auschwitz-Birkenau kampının 1945’te Kızıl Ordu tarafından kurtarıldığı 27 Ocak (1945) tarihi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafınca 2005 yılında Uluslararası Holokost’u Anma Günü olarak ilan edilmişse de, bu anlamlı olayın ilk kez 1996’da Batı Almanya Parlamentosu’nda anılmaya başlandığı dünya kamuoyunda pek bilinmez... Bu ülkenin gaddar Nazi geçmişiyle açık ve dürüst biçimde yüzleşmesi, yeni başbakan olmuş Willy Brandt’ın 7 Aralık 1970 tarihli Polonya ziyaretinde Varşova Gettosu ayaklanmasında ölenlerin anıt mezarı önünde diz çökmesiyle start alır. Aslına bakılırsa, 1969’da hükümeti kurmuş olan Sosyal Demokrat Partisi’nden gelen bu yaklaşım, 25 yıl geç kalmış sayılıyordu – ancak o dönemde başlayan Almanya’nın gerçek ve şeffaf tarihi hesaplaşması, asla duraklamayarak günümüzde de aynı çaba ile sürdürülmekte...

Böylesine dürüst bir tutum için en aktüel örnek, bu yılın Almanya Parlamentosu Anma Töreni’ne konuk konuşmacı olarak 1932 Prag doğumlu, ailesini Şoa’da yitirmiş ve o karanlık dönemi Fransa’da gizlenerek geçirip ardından İsrail’in namlı üniversitelerinde öğretim görevlisi olmuş Prof. Saul Friedlaender’in davet edilmesidir. Konuşmasında bu öneriyi nasıl kabul ettiğini, dahası milletvekillerine anne-babasından ilk öğrendiği, ancak katillerinin de konuştuğu Almanca dilinde niye hitap ettiğini şöyle açıkladı: “Dünyamızdaki birkçok insan gibi ben de, bugün kökten değişmiş bir Almanya görüyorum. Savaştan bu yana geçirmiş olduğu uzun soluklu değişiklikler sayesinde bu ülke, az önce değindiğim tehlikelere (antisemitizm, yabancı düşmanlığı, ulusalcılık, otoriter yönetim biçimleri) karşı durabilecek en kuvvetli kaleler arasındadır.”

Bu köşenin yazarı 1955 yılında ana okul yaşına geldiğinde, Şoa’nın üzerinden sadece 10 yıl geçmişti ve ebeveynleri onu İstanbul’daki Alman Ana ve İlk Okuluna göndermekte büyük tereddütler geçiriyordu... Ne var ki, ona son derece köklü ve hümanist bir eğitim verecek Alman Lisesi’nden 1968 yılında mezun olmasından hemen sonra, “yeni Almanya” rüzgarının da ivmesiyle bu ülke ile yaşadığı Türkiye ve dahil olduğu Musevi Toplumu arasında nice ticari, toplumsal ve kültürel köprüler kurmaya çabalamıştır – ve geriye baktıkça bu konuda büyük bir hoşnutluk duymakta, güzel bir tatmin yaşamaktadır... Özellikle Şoa konusuna gelince, Alman dostlarıyla her iki tarafı memnun edecek değişik işbirlikleri sayesinde, örneğin Ulus Musevi Lisesi Oditoryumu’nda Alman Lisesi’nin bir edebiyat öğretmenine Paul Celan’ın şiirlerini Almanca olarak okutmuş, keza İstanbul Almanya Başkonsolosuna Max Bruch’un “Kol Nidrei” viyolonsel sonatını çaldırmış veya kentin Avusturya Lisesi Müdürü ile St. Georg Kilisesi Başrahibine Aşkenaz Sinagogu’nda bir konuşma yaptırmıştı.

Avusturya demişken – bu ülkenin yöneticileri, Nazi döneminin sona ermesinden neredeyse 50 yıl sonrasına kadar Alman işgalinin (‘ilk’) kurbanı oldukları savını ısrarla sürdürmüş ve ancak 1991 yılında, döneminin başbakanı Franz Vranitzki’nin tarihe geçmiş konuşmasında, “birçok Avusturyalının 1938 ilhakını coşku ile karşıladığını, Nazi rejimini desteklediğini ve nice vatandaşlarının bu yönetimde kilit görevlerde bulunduğunu” itirafını duymuştuk! “Mea culpa” (“kabahat bizde”)’yi de içeren bu tutum, günümüzde güçlenerek sürmektedir.

Bu bağlamda asıl önemli olan, Şoa’nın akıl almaz vahşetiyle bu olayın yegâneliğini kendi çevrelerimizde bir birimize anlatmayı sürdürmekten çok, bizzat “faillerin çocukları” ile kıyıma uğramış olan halkın mensuplarını bir araya getirip aralarında olası diyaloglar yaratarak, duygularını paylaşmalarını sağlamaktır. Almanya ve Avusturya resmi çevreleri bu türden paylaşımlara hazırdır; bizlere düşen ise, bu olanaklardan yararlanmak...

Tesadüf odur ki, 27 Ocak 2019’da Nazi canavarının diğer bir soykırım gaddarlığı daha anılıyordu: O gün, Leningrad kentinin neredeyse iki buçuk yıl sürmüş olan Alman kuşatmasının 75. kurtuluş yıldönümüydü. Bu kez SS veya Gestapo değil, bizzat “şanlı” (?!) Alman ordusu, SSCB’nin ikinci büyük kentini “yer yüzünden silmek” için çabalıyordu. Ancak Nazilerin buradaki amaçları kenti ele geçirmek değil, o durumda az-çok doyurmak zorunda kalacakları 3.2 milyon insanın kuşatma sırasında açlıktan ölmesini sağlamaktı! Bu şeytani plan, genel kurmay başkanı Franz Halder’in savaşın hemen başındaki şu özel notlarından açığa çıkıyor: “Führer’in kesin talimatı, Moskova ve Leningrad’ı yerle bir etmek doğrultusundadır. Amaç, bu kentlerde insan kalmamasıdır ki, onları kış aylarında beslememiz gerekmesin...” Gerek geçenlerde yayımlanan “872 Tage Genozid” başlıklı bir basın araştırmasında, gerekse 1980’lerden bu yana ülkenin saygın tarihçileri tarafından ortaya çıkarılmış bu alçak yaptırımı kamu oyunda enine boyuna tartışıp lanetleyen Almanya’dan alınacak çok dersler var!

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page