Kısa bir Ege tatilinden döndük... Bilmem, Yunan adalarını sever misiniz – ve aralarından hangilerini? Eşimle ben, “gürültüsüz” olanlardan yanayız, otelimiz denize (“sıfır” olmasa da) yakın ve küçük, tavernamız gerçek anlamına uygun (bkz. Wikipedia: “a small Greek restaurant that serves Greek cuisine” – o kadar!), yani müziksiz ve azami 8-10 masalı olacak... Ondan sonra, gelsin Uzo Barbayani’nin yeşil etiketlisi ve tsatsiki ile taramasalata, gerçek peynirli kroketler ile saganakide servis edilen, herkesin yemediği deniz ürünleri! Adanın boyu önemli değil – Midilli’nin/Rodos’un da sakin köşeleri vardır, Sakız’da veya Samos’da olduğu gibi. En önemlisi, adada bazı antik Helen kalıntılar bulunmalı, çok çok Şövalyelerden miras kalanlar – ancak Osmanlı dönemini hatırlatan üzücü tanıklıklar olmasa tercihimizdir.
Adalara gitmeden, uygun literatürü yanımıza almayı ihmal etmeyiz – Lawrence Durrell’in Kıbrıs, Rodos veya Korfu hakkındaki o güzelim seyahat kitaplarını veya Byron Ayanoğlu’nun “İstridye Üstü Girit”ini (İş Bankası Yay.); Ernle Bradford’un “Ulysses Found”unu (ne yazık ki henüz Türkçeye çevrilmedi), yoksa Scott Huler’in benzer biçimde “Odysseus’un izinde” (alt başlığı) olan “Hikçimse’nin Ülkeleri”ni (Arkadaş Yayınları). Bu kitaplar daha sonra güzel birer seyahat anısı olarak raflarınızda durur, tekrar tekrar karıştırılır... Ama Ege için olsun veya İon Denizi için, her daim el altında bulundurulacak, çok yönlü seyyah/yogi/düşünür Bora Ercan’ın “Odysseus Adaları” kitabı (Paloma Yayınları) bir “olmazsa olmaz”dır! (İsrail’deki olası meraklı gezgin/okurların “güzel de, biz bunları nasıl buluruz?” sorusuna, Gözlem Kitapçılıktan sevgili dostum Gila Erbeş belki yardımcı olur – kendisine sormadım ama, gene de belirtmiş olayım: kitabevi@salom.com.tr)
Peki, tatildeyken yerel kişiler ile sohbet eder, onları bir şeyler anlatmaya teşvik eder misiniz? Bakın, geçen ay Rodos’ta bizi minibüsüyle gezdiren Manolis’in göbek adının nereden geldiğini bizzat kendisinden öğrendik! İlgi duyanlarınız için bu öykü, ağır Yunan aksanlı İngilizcesinden, virgülüne dokunmayan simültane çevirisiyle aşağıdadır:
“Adım Manolis; Emanuel’in kısaltılmış şeklidir bu... Göbek adım Tsambikos’dur – ve size şimdi onun ilginç öyküsünü anlatacağım... Bu isim, adamızdaki ünlü Panayia Tsambika Kilisesi’nden gelmedir. Vaftiz törenim burada yapıldı – ve nedeni de şu: Annemin hamile kaldığı 1986 yılında, Ukranya’daki Çernobil Reaktör kazası olmuştu... Bu nedenle adamızdaki doktorların çoğu, hamile kadınlara doğum yapmamalarını tembihledi! Doğacak bebeklerde anormal bir durum olmasın diye... Anneannemle annem doktora gittiklerinde bu üzücü talimatı aldılar ve sadece ‘Dert edinme, daha çok gençsin, başka çocuğun olur.’ tesellisini... Bekleme odasında Karpatos adasından iki kadın vardı ve annemin ağladığını gördüklerinde, onlardan biri ‘Güzel kızım, sakın üzülme ve doktorları da asla dinleme! Buradan doğruca Tsambika Kilisesi’ne gideceksin ve orada Panayia’mıza dua edeceksin... Emin olabilirsin, her şey güzel olacak. Hiç merak etme – ilahi çözüm budur!’ Bunun üzerine anneannm ‘Peki, deneyelim bunu’ dedi ve annemle birlikte kiliseye gidip Meryem Ana’ya dua ettiler, ardından da gönül rahatlığı ile evlerine döndüler... Doğduğumda bana dedemin anısına Manuel adını ve Tsambika Kilisesi’ne adanmış olduğum için de Tsambikos göbek adını verdiler. Ve şimdi bakın bana – bir anormalliğim var mı?!”
Manolis ile birlikteliğimiz bize yirmiye yakın öykü kazandırdı... Bazıları anlattığı şekliyle, özgün sözleriyle çok komikti, bir bölümü düşündürücüydü ve çoğundan büyük keyif aldık, kimi Rodos geleneklerini de böylece öğrenmiş olduk. Bir bölümünü kaydettim ve belki bir gün yayınlarım...
Anlatılırken çok güldüğümüz, ancak okunduğunda sanırım aynı keyfi vermeyecek kısa bir örnek ile köşemizi noktalayalım: “Biliyorsunuz, İkinci Dünya Savaşı boyunca adamız önce İtalyanlara aitti, ardından da Almanlar tarafından işgal edildi. O sırada düşmandan kaçabilen bir İtalyan askeri, sık yapraklı bir ağaca tırmanarak dalların arasında saklanmayı başardı. Orada koca bir gün kaldıktan sonra, açlıktan çok susuzluğa dayanamadı. Peyderpey ağacın altından geçen yerel halktan su istedi ve onu İtalyanca ‘aqua..., aqua...! diye fısıldayarak yaptı. Ne var ki, bu kelimenin Yunanca anlamı ‘dinle’dir! Bunu duyan Rodoslular, ‘dinliyorum evladım, söyle...’ diye kulak diktiler, ancak askerden ‘aqua..., aqua’dan başka bir sözcük gelmeyince, sabırsızlanarak çekip gittiler – ve bu da böyle sürüp gitti, asker suyuna uzun süre kavuşamadı...”