İstanbul deyince aklıma martı gelir,
Yarısı gümüş yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş…
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış bir yokmuş…
Merhaba sevgili okuyucularım, bir on beş günü daha devirdik. Aslında on beş günleri katlayıp sonsuzluğa fırlatırken, bu günlerin ömrümüzden eksildiğini pek ayrımsayamıyoruz ama neyse…
Günler su misali akıp giderken, aslında hayatımda anlatacak pek önemli bir şey olmadı. Malum yaz gelince, toplantılar faaliyetler azalıyor veya hiç olmuyor. Hal böyle olunca anlatacak pek bir şey bir şey birikmiyor. Nedir ki bu hafta annemin vefatının altıncı yılını idrak etmek üzereyiz. Bu nedenle annem ve babam sürekli kafamın içinde dolanıp duruyorlar. Onlara o denli bağlıydım ki, ölebilecekleri ihtimali bile beni korkuturdu. Fakat gelin görün ki yaşam insanlara her şeyi öğretiyor, hatta inanılmaz bir tevekkül duygusuyla kabullenmeyi bile öğretiyor.
Geçen gün Facebook’da öylesine akışı takip ederken, yukarıda yazdığım, büyük şair/ressam, sanatçı Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şiiri beni kollarına alıp geçmişe taşıdı ve bir plaj sefasının ta içine bırakıverdi.
Ben Kadıköy’lüyüm. Moda semtine yürüyerek beş dakika uzaklıktaki Bahariye semtinde dünyaya geldim.40 yaşıma kadar orada yaşadık, daha sonra Göztepe’ye taşındık. Moda’lı olunca, bizim evimize en yakın plaj da elbette ki Moda plajıydı. Küçük Moda’da tahta iskeleler üzerine kurulmuş olan Moda Plajı’nın hemen devamında Kadınlar Plajı da vardı. Çapkın delikanlılar, orada sere serpe uzanmış kızlar ve kadınları seyretmek daha doğrusu röntgencilik yapmak için, Moda Burnu’ndaki kayıkhaneden, tekne kiralarlardı. İçine doluşurlar çocuklar gibi şen saatler geçirirlerdi. Benim çocukluğum 60’lı yıllara tekabül ettiğinden, şimdi memleketin bu hale geldiğine inanamıyorum. O yıllarda hayat çok modern ve liberaldi. Yanlış anlamayın, kadınlar orada sadece güneş yağlarını sürer ve bikinilerinin arkasını çözer, sırt üstü yatarak güneşlenirlerdi ama plajın onları çapkın gözlerden koruyacak bir duvarı yoktu. Biz ise erkek-kadın bölümüne giderdik. Çünkü kadınlar plajı çocuklar için çok sıkıcı olurdu.
Burada genç kız ve delikanlılar, yüksek tramplenlerden suya atlarken, biz çocuklar ise daracık kum şeritte kova kürek alıp suyla karıştırdığımız kumla kalıpları yapardık. Plaja giden kadınlar şık ve alımlıydı. Kafalarında geniş kenarlı keten, güneş şapkaları, ellerinde hasır plaj sepetleri, uzun tırnaklı kırmızıya boyanmış ayaklarında altı ahşap deriden plaj terliklerinin yüksek topuklarını takırdatarak giriş ve kabin biletlerini alıp içeriye girerlerdi.
Annem bizi hafta arası haftada üç gün plaja götürürdü. Oraya sabah 11 gibi gelip, öğle yemeği saatlerinde eve dönerdik. Çünkü önce yemek ve banyo, sonra uzanıp dinlenme ve sonra piyano etüt çalışmaları, kitap ve tatil ödevi yapma saatleri, ardından ev yapımı leziz kekler, pastalar ve vişne şurubu zamanları vardı. Bazen misafirlik veya Moda Çay Bahçe’sinde diğer dostlarla hoş beş etme saatleri. Biz de oyun oynardık ama koşup terlemek kesinlikle yasaktı. Bazen açma ve gazoza izin çıkardı. Annem işte, ahh benim canım annem, ne çok severdim seni.
Ama Pazar günleri işler değişirdi. O gün babam evdeydi, hep birlikte plaja gider, hemencecik eve dönülmezdi. Çünkü babam plajın lokantasında yemek yemeyi çok severdi. Annem genellikle çok az yediğinden bir iki soğuk şeftaliyle hemen doyardı. Ablam arkadaşlarına takılır büfeden aldığı kaşarlı tostunu yer ve gazozunu içerdi. Söylemeyi unuttum o yıllarda Türkiye’ye Coca Cola gelmemişti, Kolalı içecekler fırtınası 1966’nın yaz aylarında etrafı kasıp kavurmaya başlamıştı. Her nasılsa annem Coca Cola’ ya karşı çıkmamış hatta çok sevmişti. Hayatının son yıllarında gençliğinde asla yemediği şeyleri yemeye, içmeye, torunlarına ve kızlarına Mc Donald’s menülerinden oluşan ev partileri yapmaya başlamıştı. Hamburger ile patatesleri, bayıla bayıla yerdi.
Pazar günleri Moda plajında babam beni de yanına katıp lokantaya girerdi. Orada masalar ve sandalyeler tahtaydı ve masa örtüleri kırmızı beyaz kareli kumaştandı. Babam garsonu çağırır, tava arnavut ciğeri, kızarmış patates, sigara böreği ve çoban salatası ısmarlardı. Yanına da kendisi için Arjantin kupada buz gibi Tekel Birası, benim için de Uludağ Gazozu getirtirdi. Mutfaktan burnuma buram buram gelen kızartma kokuları, iştahımı iyice kabartır, ağzım sulanırdı. Üzerimde kırmızı çizgili lacivert mayom, başımda kırmızı kurdeleli kirazlı hasır şapkam ve ayağımda parmak arası tokyolarımla değmeyin keyfime… Sanırım 7-8 yaşlarımdaydım.
Babam benim en yakın arkadaşımdı. Ablamdan sonra tabii ki… Babam insana huzur veren bir kişiliğe sahipti. Güler yüzlü, olgun ve yakışıklıydı. Henüz çok gençti ama saçları neredeyse tamamen kırlaşmıştı. Cana yakın ve çok saygı değerdi. Her zaman etrafından çok saygı görürdü. Dinine çok düşkündü ama şekilci değil, liberaldi. Babamla sonuna kadar el ve eldiven gibi uyuşurduk. Benim için annem otoriteyi, babam ise keyfi simgelerdi. Annem hayatı çok ciddiye alan, mahzun bir kadındı. Babam ise olgun, neşeli ve bilge ruhlu bir adamdı. Öfkesinde bile ağzından, kötü ve aşağılayıcı bir söz dökülmezdi. Kolay kızmazdı ama kızınca köpürür, ama asla el kaldırmazdı. Tatlı sertti.
Ben ciğere, böreğe ve patateslere makine gibi çatalımı daldırıp yerken, babam beni sevgiyle izlerdi. Arada birkaç yudum bira da içmeme izin verirdi. Yemekten sonra yediklerim ve azıcık biranın rehavetiyle kucağına kıvrılır uyurdum. Dönüşte ise yürümeyi reddeder, babamın omuzlarının üzerinde eve dönerdim. Hey gidi günler hey… Babam benim için güllü lokum lezzetindeydi.
Annem canım anneciğim; bize öylesine düşkündü ki, kendini neredeyse hiç yaşamadı diyebilirim. Ben doğmadan evvel 3 yaşında kaybettiği minik kızından ötürü her zaman üzgün ve hüzünlüydü. Aslında bu feci yıkımı üzerinden atmayı hiçbir zaman başaramadı, gençliği ziyan oldu. O yüzden üzerimize adeta titrerdi.
1967 yılından itibaren Caddebostan’a yazlığa gitmeye başladığımızda, artık hayat benim için daha tatlıydı. O yaz ilkokulu bitirmiştim. Yazlıkta Yahudi kız ve erkek ergenlerden oluşan farklı gruplarımız vardı. Her yaz bir başkasına takılırdık. Caddebostan plajına gider, altın renkli kumlarına hasırlarımızı serer otururduk. Az tuzlu, akıntısız, dalgasız, tertemiz güzelim Marmara Denizi’nin iyot kokusu burnumuza dolardı.13-14 yaşlarımızda, ilk yürek çarpıntıları başlamış, küçük pembe kalpler uçuşmaya başlamıştı. Ama bunlar masum aşklardı. Bir kenarda fısıldaşarak ve giderek parmakların birbirine kenetlendiği, sevgi titreşimleriydi. Orada başlar ve yaz bitince ayrılık rüzgarları esmeye başlardı. Ben, o yıllarda başlayıp bu güne kadar devam eden, sadece tek bir çift tanıyorum.
O yıllarda, bizim toplumumuzda hayat herkes için sakin ve naifti. Kimsede üstünlük taslama çabası yoktu. Kadınlar daha evcimen, hanım hanımcık, erkekler daha babacandı. Evimizde ve soframızda “lütfen”, ”teşekkür ederim”, gibi sözler doğallıkla kullanılırdı. Kavga, gürültü yoktu. Sevgi ve saygı esastı. Sofradaki aile sohbetlerinin tadına doyum olmazdı. Büyüklerimiz henüz çok gençken ülkede yaşanan travmalardan ötürü asla gürültücü ve gösterişli yaşam tarzları sergilemezlerdi. Geçmişte yaşadıkları politik darbeler onları belki de bu mütevazı hayata sevk etmişti. Bazen büyükler aralarında bölük pörçük ve alçak sesle konuşurlar ve ben cingöz kız bunları sünger gibi emerdim. Yıllar sonra tarih araştırmaları yapmaya başladığım zaman bunları onlara anlattırıp, notlar tutmaya başlamıştım. Gerçekler yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlamıştı.
Hey gidi günler hey, mis kokulu güzel yıllardı onlar.” Bir varmış bir yokmuş” diye anlattıklarım artık masal gibi. Başka bir masalda buluşmak umuduyla sağlıkla ve mutlulukla kalın.