Bundan on gün kadar önce, Mauthausen toplama kampının 73. kurtuluş yıldönümü törenlerini Avusturya televiyzonunda izlerken, gençliğimde neredeyse bir oturuşta okuduğum Simon Wiesenthal’ın anı kitabını anımsadım. Çok sevdiğim Çek/Avusturyalı yazar Joseph Wechberg’in kaleminden gelme “The Murderers Among Us” başlıklı, bir gerilim romanı kadar sürükleyici olan bu anlatı, Wiesenthal’ın Mauthausen’den kurtulduğu günden başlayarak, kitabın basıldığı 1967 yılına dek uzanan Nazi canilerinin amansız takibini konu alıyordu. TV programı biter bitmez ise, rafta okunmayı bekleyen ünlü İsrailli tarihçi Tom Segev’in 600 sayfalık Wiesenthal biyografisini indirip bir hafta içinde bitirdim...
Kaleme alındığı 2010 yılında önce de bu tartışmalı şahsiyet hakkında birkaç yaşamöyküsü yazılmışsa da, tüm bunları aşan Polonya, Avusturya, Almanya, ABD, İngiltere ve İsrail’de bulunan yirmiye yakın arşivin taranmasının yanı sıra, yüzlerce mektup ve söyleşiden kaynaklanan bu dev yapıtın belkemiğini, Wiesenthal’ın 97 yıllık yaşamı boyunca dinmeyen idealizmi oluşturuyor. Segev’ın aktardığı bir mektubunda “Halkının katilleriyle hesaplaşan Yahudiliğinden öte, doğuştan ait olduğu Avusturya toplumunu ıslah etmek istediğini” belirten Wiesenthal, Hollandalı bir gazeteciyle söyleşirken “Öldüğümde beni öbür dünyada bekleyen milyonlarca insan, olanaklarım çerçevesinde onlar için neler yaptığımı soracaktır bana” demiş... Keza New York Times gazetesi 1964’de yayımladığı bir portresinde kendisini “Altı Milyon Müvekkili Olan Avukat” başlığı ile tanıtmıştı!
1908’de döneminin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Buczacz kentinde doğan Simon Wiesenthal’ın 1940 yılında mimarlık mesleğini sürdürmesi Nazi yönetimi tarafınca yasaklanmış, kısa süre sonra da eşiyle birlikte değişik getto ve toplama kamplarına sürülmüştü. Beş yıl boyunca tanık olduğu kıyımlar, “Tanrı, yerine bakacak kimseyi bırakmadan tatile çıktı!” türünden söylemlerine de neden olmuşsa, Yahudi halkının devamı konusundaki inancının ve içinde taşıdığı siyonizm ülküsünün yok olmasını engellememişti. Mauthausen’den kurtulmasının hemen ardından bu kampın yakınında bulunan Linz kentinde, 1961’de ise Viyana’da kurup yönettiği araştırma/belgeleme ofisinde tüm yaşamını kaçak soykırım faillerinin yakalanıp yargılanmasına adadı. Yaşam tarzını, alışkanlıklarını ve ruhi durumunu ayrıntılı biçimde inceleyen Tom Segev, Wiesenthal’ın bu çalışmalarını niye özellikle antisemitizimden halen arınamamış Avusturya’da sürdürdüğünü sorguluyor. Buna ilk yanıt, Nazi kıyımları hakkında bilgi verebilecek tanıkların 1945’den hemen sonra daha çok bu coğrafyada bulunduğu şeklindedir. Yanı sıra, kaçak faillerin ilk etapta Avusturya ve güney Almanya’da saklandığı gerçeği sıralanabilir.
Ne var ki, Segev’in vardığı diğer –oldukça şaşırtıcı– bir açıklama, Wiesenthal’ın “ana yurdu” olan Avusturya’da yaşamaktan keyif almasıydı! Lakin, bu tutumunu frenleyebilecek iki önemli olgu/gelişme de yok değildi: Bunların ilki, çalışmaları boyunca önemli bilgi alış-verişinde bulunduğu, başta Mossad ve Yad Vashem olmak üzere İsrail kurumları ve diplomatlarıyla sürdürdüğü işbirliği sonucu bu ülkeye çok yakın olmasıydı – ancak gene Segev’in işaret ettiği gibi, Ben Gurion ile yıldızı bir türlü barışamamıştı... Diğer gelişme, kendisi gibi Yahudi olan ve “Güneş Kralı” lakabıyla anılmasına yol açacak dört dönem boyunca (1970-1983) Avusturya Başbakanlığı yapmış olan Bruno Kreisky ile giriştiği amansız mücadeledir. Karşılıklı mahkemeleşmelere kadar giden bu tartışmaların kaynağı, Kreisky’nin partisi SPÖ’nün olası koalisyon ortağı FPÖ partisi başkanı Friedrich Peter’den öte, daha sonra bizzat SPÖ’nun kurduğu kabinedeki dört bakanın eski Nazi partisi üyesi olduğunun Wiesenthal tarafından ortaya çıkarılmasıydı. Tüm bunlara rağmen, ölümüne dek Viyana’dan ancak araştırmalarda bulunmak ve toplantılara katılmak, konferanslar vermek için ayrılmayı yeğledi...
Altmış yılı bulan çalışmaları boyunca Wiesenthal’ın başarılarıyla başarısızlıklarını, işbirliğinde bulunduğu gizli servislerle zekice kullandığı büyük medya kurumlarını, evrensel Yahudi dernek ve vakıflarını, doğrudan temas kurup çoğu kez istediğini elde ettiği irili/ufaklı devlet başkanlarını, kurduğu dostluklarla edindiği düşmanlıkları, satış rekorları kıran kitaplarla raflarda kalanlarını 22 ayrı bölümde belgeleriyle önümüze seriyor Tom Segev. Gizlendiği ülkeyi ortaya çıkardığını ileri sürdüğü Adolf Eichmann’ın neticede Mossad tarafınca yakalanmasını, mahkemeye çıkarılmalarını bizzat sağlamış olduğu Sobibor ve Trebinka komutanı Franz Stangl veya Majdanek canisi Hermine Braunsteiner gibi faillerin ortaya çıkarılıp izlenme süreçlerini, keza elinden kaçırdığı Auschwitz doktoru Josef Mengele veya yatağındaki ölümüne dek hiç bir eyleminden pişmanlık duymadığını belirten Nazi subayı Otto Skorzeny, 20 yıllık hapis cezasını çektikten sonra Wiesenthal tarafınca “temize çıkarılan” Hitler’in sağ kolu Albert Speer ile dostluğu ve daha nice insanlık suçlusu hakkında ayrıntılı bilgiler ediniyoruz bu dolu dolu yaşam öyküsünde...
Wiesenthal’ın yazmış olduğu çeşitli belgesel kitaplar ve romanları arasında, insanlık suçlarının “affetme” olgusunu etraflıca irdelediği “Ayçiçeği – Affetmenin Olaslığı ve Sınırları” başlıklı kitabına özel bir yer ayırıyor Tom Segev. Bu çalışmasının ilk bölümündeki anlatıda, yazarın 1943 yılında tutsak olduğu Lvov toplama kampında ölüm döşeğinde bulunan genç bir SS subay ile karşılaşması yer alır. Kendisine yapmış olduğu tüyler ürpertici zulümleri itiraf eden subay, özellikle bir Yahudi tarafınca affedilmesi için bulunduğu klinikte çalışan bir hemşireden bu dindeki bir tutsağı bulmasını rica etmişti... Böylece yanına getirilen genç Simon ise, öyküsünü dinledikten sonra subayı affetmeyi içine sindiremez ve sessizce yatağın yanından ayrılır. İşte bu olayı 25 yıl sonra kaleme alıp onlarca yazar, düşünür, din adamına göndererek, onlara bir çeşit “siz olsaydınız, ne yapardınız?” sorusunu yöneltir ve yanıtlarını yayımlama iznini ister. Bertrand Russel, Elie Wiesel, Hannah Arendt, David Ben Gurion, Arthur Miller ve Charlie Chaplin gibi nice kişiler cevap vermeyi reddeder, ancak aralarında düşünür Herbert Marcuse, tarihçi Saul Friedlander, papaz Martin Niemöller ve kardinal Franz König ile Primo Levi, Elias Canetti ve Herman Wouk gibi yazarlardan oluşan bir düzineyi aşkın yorum içeren çalışma, 1969 yılında “The Sunflower: On the Possibilities and Limits of Forgiveness” adıyla yayımlar. 1998’de genişletilmiş bir baskısı daha yapılarak bu kez Dalai Lama, Desmond Tutu ve Nelson Mandela gibi şahsiyetlerin yanıtları da eklenen kitap geniş yankı uyandırır, çok satanlar listesine girer ve okullarda da eğitim malzemesi olarak kullanılır. Ne var ki, başta yazar Heinrich Böll olmak üzere birçok kişi, Wiesenthal’ın anlatısının gerçek olmadığı kanısına varır, o dönemi yaşamış olan bazı okurlar da bu iddiayı çeşitli bilgilerle kanıtlamaya kalkışır!
İşte bu türden gerçeğe aykırı olmayan bilgileri yayması, keza başka vesilelerle kimi abartılı beyanlarda bulunması üzerine, 1970’li yıllarda Wiesenthal’a karşı eleştiriler de çoğalmaya başlar. Tom Segev, İsrail’in dünyadaki tüm elçiliklerine gönderilmiş olan resmi bir memorandumda, Simon Wiesenthal’ın “kişisel olarak amacına tam olarak kilitlenmiş olmakla birlikte, hırslı ve popülist dürtülerden kaynaklanan çığırtkanlığı ile daha sonra kanıtlayamacağı iddialarda bulunabilir...” ikazı yapıldığını aktarıyor – ve böylece, ABD gibi kimi ülkelerde bir “kahraman” olarak görülen, 1985 yılında Nobel Barış Ödülü’ne dahi aday gösterilmiş olan bu tartışmalı kişiliği son derece gerçekçi bir şekilde resmediyor. Simon Wiesenthal’ın koca bir yüzyıla yaklaşmış yaşamı ne denli hareketli geçmişse, Tom Segev’in kitabı da o denli heyecan vericidir!
***
Mauthausen töreni dolayısıyla andığım Wiesenthal hakkındaki bu kısa bilgileri kaleme almışken, köşemde zaman zaman diğer bazı öne çıkan Yahudi kişiliklere değinmeyi de düşündüm. Bunlar, benzer şekilde ilgimi çeken Arthur Koestler, Herman Wouk, Moshe Yaakov Ben-Gavriel, Abraham Idelson veya Burt Bacharach gibi bence önemli, ancak kısmen kıyıda-köşede kalmış şahsiyetlerdir...