1942 yılında sekiz yüze yakın Yahudi göçmeniyle Romanya’dan Filistin’e gitmekte olan talihsiz Struma gemisinin İstanbul açıklarında demirlemiş olduğu bölgenin tam karşısındaki Sarayburnu sahilinde geçen hafta yapılan anma toplantısında, CHP hükümetinin Karadeniz açıklarına çektirdiği ve orada ölüme terk edilen yolcu ve mürettebatı için Kadiş okundu, konuşmalar yapıldı... Aynı mekânda bu yıl yedinci kez düzenlenen bu toplantıya basının ilgisi yok denecek derecede azdı. Türk Musevi toplumunun katılımı da son derece cılızdı – o denli ki, başkanları aynı akşam attığı bir tweet’de “Şükür minyan vardı” yorumunu getirecekti!
Burada hemen belirtmek isterim: Böyle törenlerin yıl be yıl yapılması, hiç kuşkusuz çok doğru ve yerindedir – ancak yararları nedir acaba? Bu tür girişimlerin “kendin pişir, kendin ye” kısır döngüsü aşılmadıkça, gene yıl be yıl aynı çıkmaz sokakta kalıverirler. Bundan iki yıl önce, Türkiye’deki Romen Kültür Ataşesi ile başka bir projeyi görüştüğümüzde bu acı olay birden aklıma geldi ve tüm sorumlularının bir araya getirilmesi gereğini dile getirdim – keza emindim ki, benzer önerileri benden önce bu konularla çok daha yakından ilgili olan zevat da yapmıştı... O anda spontane olarak ortaya attığım, Struma katliamında payları olan Almanya (Holokost’un baş sorumlusu), Romanya (Yahudi vatandaşlarının çürük bir gemi ile yola çıkmalarına izin veren), İngiltere (yolcuların Türkiye üzerinden Filistin’e gitmelerini engelleyen), Türkiye (motoru arızalı gemiyi bir an önce karasularından çıkaran) ve Rusya (Struma’yı Türkiye açıklarında batıran) gibi ülkelerin bir araya gelip Sarayburnu’na dikilecek anlamlı bir anıt yaptırmalarını ve resmi açılışında uluslararası bir sempozyum düzenlemeleriydi. Bu türden geniş çaptaki bir girişimde bulunmaksızın, sadece Türkiye’den her hangi bir “mea culpa” veya özür beklemek, abesle iştigaldir – o günkü / bugünkü hükümetler ikilemine rağmen!..
Türkiye Musevi Toplumu ile Hahambaşılığı, Varşova Gettosu’ndaki ayaklanma yıldönümü olan Yom haShoah’da yıllardır, Dışişleri Bakanlığı ise 2011’den bu yana Auschwitz kampının kurtuluş yıldönümü olan 27 Ocak gününde birer anma töreni düzenliyorlar. Daha çok “biz bize” geçirdiğimiz, ancak son yıllarda özellikle İstanbul Aşkenaz Sinagogu’nun yurt dışından konuk ettiği konuşmacılarla da zenginleştirdiği Yom haShoah’ların yanı sıra, özellikle devlet yetkililerinin kotardığı 27 Ocak törenlerinin yüklendiği anlamla gerçekleştirme nedenlerini hiç düşündünüz mü acaba?
Değerli araştırmacı ve Cumhuriyet dönemi Türk Yahudi toplumunun tarihçisi Rıfat Bali, son okuduğum “Türkiye’de Holokost Tüketimi”(!!) başlıklı kitabında işte bu konuyu irdeliyor. Türkiye’de Holokost’un nasıl algılandığına, Devlet dairelerinin bu konulara nasıl baktığına, ayrıca bu evrensel suçu araçsallaştıran resmi ve sivil kurumlarla düzenledikleri etkinliklere ve Holokost’u metalaştıran “aktörler”e değinen bu kapsamlı araştırma, kimi belge ekleriyle de tüm bu konulara eleştirel bir bakış atıyor. (Bu arada, “anti”(!) parantez şunu belirtmeden edemiyorum: Kendi çalışmalarının yayıncılığını ve dağıtıcılığını da üstlenmiş olan sayın Bali’nın çıkardığı tüm kitaplara koyduğu oldukça yüksek satış fiyatları, sıradan okurlara hatırı sayılır maddi fedakârlıklar yüklediğinden, bu değerli yapıtlara ne yazık ki herkes ulaşamıyor!)
Rıfat Bali’nin Türkiye’deki Holokost “tüketimi” hakkında yazdıkları doğru olduğu kadar, gerek söz konusu etkinliklere karşı duyul(may)an ilgi, gerekse yapılış nedenlerinin arkasındaki gerçekler, hayli üzücüdür... Ne var ki tüm bu konuları irdelerken, “bardağın dolu tarafını” ya gözden kaçırıyor, ya da bilinçli olarak dile getirmiyor sayın Bali! Şöyle ki, son 10-15 yıldır çekirdek bir ekip tarafınca Holokost anma törenlerine nitelikli kültürel etkinlikler de eklenmiş bulunmaktadır. Bunlar sadece Yom haShoah akşamı düzenlenmiş olan müzikli ve sözel sunumlar, örneğin Alman Başkonsolosu’nun Ulus Musevi Lisesi’nde viyolonseliyle yorumladığı “Kol Nidrei” senfonik şiiri veya Aşkenaz Sinagogu’nda yaptığı konuşma, keza bir Alman Lisesi öğretmeniyle Türk tiyatrosunun saygın aktörlerinin Almanca ve Türkçe olarak okudukları Paul Celan şiirleri değil, bizzat 27 Ocak töreni için Macaristan’dan konuk edilen Avrupa çapındaki sanatçıların Schneidertempel Sanat Merkezi’nde verdiği bir konserdir. Sanatsever olduğunu varsaydığım sayın Bali, acaba böyle etkinlikleri “tüketim” olarak nitelendirmediğinden mi bu araştırmada yok saymayı yeğlemiştir, bilemiyorum...
Köşemizi diğer bir “Struma” etkinliği ile noktalayalım. 2014’de İstanbul’da kurulmuş ve adını Holokost ile antisemitizm konularındaki eğitim çalışmalarıyla duyurmuş olan Sivil ve Ekolojik Haklar (SEHAK) Derneği, 26 Şubat 2018 tarihli “Struma Anısına: Türkiye, Holokost, Antisemitizm ve Yüzleşme” başlıklı toplantısındaki konuşmacılarla sunacakları konuları şöyle ilan ediyordu: Işıl Demirel, Antropolog: “1940’lı yıllarda Türkiye”; Ayşe Hür, Araştırmacı tarihçi: “76 Yıldır Kanayan Yara: Struma Faciası”; Zülfü Livaneli, Sanatçı-yazar: “Struma’dan geriye kalan ‘Serenad’”. Bunun üzerine, tüm etkinliklerini her daim alkışladığım SEHAK’ın yöneticilerine yönelik bir e-mail ile birer saygın antropolog ve tarihçinin yanında, 1933’de Türk üniveristelerine davet edilen Nazi karşıtı Alman bilimadamları gibi son yılların gözde “temcit pilavları”nı Struma olayı ile harmanlayıp popüler bir roman kotarmış tanınmış bir yazarı da konuşmacı olarak çağırmanın acaba “rating” kaygısıyla mı yapıldığını sordum.
Aldığım yanıtı kolayca tahmin edeceğinizi – ve “nicelik” uğruna “nitelik”ten ödün vermenin gene de yarar sağladığına katılacağınızı sanırım...
(Istanbul Ulus Musevi Lisesi, Yom haShoah 2004: Alman Başkonsolosu Reiner Möckelmann ve Berna Sidi)