Geçenlerde Petah Tikva’nın dışında bulunan bir sanayi bölgesinin otoparkında seccadesini yere sermiş bir kişiyi öğle namazını kılarken gördüm – ve fotoğrafını çekip İstanbul’daki dostlarıma göndermemek için kendimi zor tuttum. Niye mi? Çünkü, sanırım içten gelen böyle bir eylem Türkiye’de ya a) bir “provokasyon” veya b) “laikliği ihlal” olarak yorumlanacaktı! Oysa ki, adam duasını ediyordu sadece, nasıl ki bazı dindar Yahudiler (onlar için!) gerektiğinde, yolun kenarında durup Minha’yı okudukları gibi...
Yine başka bir gün otobüsün ön sırasında otururken, şoförün cep telefonuyla uzun bir Arapça söyleşisine tanık oldum – hele bir İETT otobüs direksiyonunda Kürtçe veya Ermenice konuşulduğunu düşünün!
Bir ülkenin ve onu oluşturan ulusun olgunluğu, barındırdığı çeşitli etnisitelere karşı gösterdiği anlayış ve karşılıklı dayanışması ile ölçülür...
Türkiye’de bu olgunluğa ne yazık ki ulaşılamadı – ne günümüzde, ne de geçmişte... Osmanlı’daki efsanevi “hoşgörü”den söz ediledursun, bu sözcüğün zaten kendi içinde çelişkiler/olumsuzluklar/ayrımcılıklar barındırması bir yana, imparatorluğun başkentinde veya çeşitli eyaletlerinde olsun, belirli konularda azınlık mensuplarına ihtiyaç duyulduğunda, onlara karşı olumlu bir ayrımcılık yapılır ve diğerlerinden soyutlandırılarak belirli kural dışı ayrıcalıklardan yararlandırılırlardı.
Peki, yerküremizde böyle bir olgunluğun ulaştığı toplumlar acaba hangi ülkelerde görülebilir? Bunların ilki, genelinde ırk ayrımcılığının, keza antisemitizmin tam anlamıyla ortadan kalktığı yirminci yüzyılın son çeyreğinde olumlu biçimde şekilleşmeye yüz tutmuş A.B.D. olsa gerek – ve belki de son Aliya dalgaların ardındaki İsrail... Trump’ın (ülkesini hakkıyla temsil etmeyen ve geçici olarak adlandırmak istediğim) tutumu bir yana, onlarca etnisiteyi içine sindirmiş ve onlara karşı artık doğallaşmış bir anlayış gösteren biri dev, diğeri minik bu iki ülkenin ortak yönü, geniş çaptaki bir çok kültürlülüktür. A.B.D.’nin 500 yıldır yaşadığı ve önce Batı, ardından Doğu Avrupa’dan, derken Latin Amerika ve Uzakdoğu yörelerinden beslendiği nice göç dalgalarına karşın, İsrail’in bunun sadece beşte bir süresi içinde gördüğü Aşkenaz/Sefarad/Mizrahi kökenli ve sırasıyla Rus, Polonyalı, Alman, Şark, Kuzey ve Batı Afrikalı, Fransız ve yeniden Rus Aliyaları, bir çeşit “anti Babil Kulesi” sendromu yaratmamış mıdır? Bundan öte, bu çok sesliliği taçlandıran diğer önemli bir gelişme, altmışlı yıllarda özellikle Kaliforniya’da baş göstermiş “çiçek çocukları” ile yirmi birinci yüzyılın başında İsrail’de güçlenen LGBT akımları da değil mi?
Ancak kimilerimize göre “marjinal” sayılabilecek bu uç akımlara kadar uzanmadan, buhranlı bir dönemde olağan yaşamlarını sürdürmeye çalışan sıradan insanlara da bakmamız yeterli olur. Vatanlarını ya hepten tanımayan veya “sadece” (?!) topraklarına göz dikmiş olan komşularının gölgesinde ayakta kalmayı sürdürmeye çalışan bu halk, dışarıdan gelen bu baskılara “yek vücud” olarak karşı koyabilmek amacıyla, aralarındaki etnik ve töresel çeşitliliğin üstesinden gelerek “özel” bir ulus oluşturmayı ve bu farklılıklardan doğan görevdeşliği (sinerjiyi) doruklara taşımayı sürdürüyor. Bunu da, organize olmakla, düşünmekle, yaratmakla ve yılmadan çalışmakla gerçekleştiriyor.
İşte, geçenlerde bir yerde okuduğum “The future of Israel has always depended on immigrants’ ability to integrate into a vibrant and changing society” saptamasının ne denli doğru olduğunu, bu ülkede yaşamaya başladığımdan beri daha iyi anlamaya başladım... Bunu anlamak için de ne antropoloji, ne sosyoloji ne de siyasal bilimler gerekir – sokakta yürürken, şirketlere, devlet dairelerinde iş görürken etrafa bakmak yeterlidir!
Ah, keşke de bir zamanlar “Arap” diye bilinen, daha sonra siyasi ve oportünist dürtülerle “Filistinli” olarak adlandırılan halk kitleleri de bu çağdaş Babil Kulesi’ne yaklaşabilse...